Ben... Kimim ben? Sık sık unutuyorum kim olduğumu, ama şu sıralar adım Dolores. Hergün uyanıp kendime yeni bir yaşam hikayesi örüyorum. Elbette elime şişleri alıp örüyorum. Başka nasıl olsun? Bazen incecik bir hayat istiyorum, inceliklerle dolu. O zaman tığlarla örüyorum. İğne oyası. Bir zamanlar gençtim, iğnelerle oyalandığım olmuştu. Ama onlar çok başka iğnelerdi. Yaralarımızı dikmek için kullanırdık; gün geldi, beter ettiler hepimizi.
İsmime bakıp şaşırıyorum bazen. Dolores. Amerikan falan değilim, basbayağı Türk’üm ben de. Ailem de Türk. Babam Ali Rıza Efendi, annem Mevlüde Hanım. Annem öldüğünde Mevlüde Mevlüdü bile yapmıştık. Bildiğimiz helva yeme partisi. Ama olsun, ismi çok güzel olmuştu. Neyse. Dolores diyordum. Dünden beri kullanıyorum bu ismi, ya da sabahtan beri. Bilmem. Yaşlandıkça zaman daha “tuhaf” akıyormuş gibi geliyor insana. İki ileri bir geri. Halk oyunları ekibi gibi.
Asıl adımı, yani anemle babamın çok büyük iş yapmış gibi aylarca düşünüp de buldukları ismi hatırlamıyorum. Öyle çok anı var ki toplanıp hatırlanacak, evde ismime yer kalmadı. Ev dediğim de tek oda bir şey. Elbette yer kalmaz. Gençler stüdyo daire diyorlar böyle yerlere. Zamanında boş durmayıp kendime torun yapsaymışım şimdi stüdyo dairemi beraber döşüyor olurduk. Hem de boydan boya genç işi. Ama istemem! Kirli, pasaklı der; anılarımı atmaya kalkar mendebur! İki yıl önce evin yarısını çöp kamyonuyla gönderdi zaten, o gün bugündür sokmuyorum evime.
Çok yalnızım burada. Bakkal bile bilmiyor adımı, “teyze” diyor hep. Ayol ne teyzesi? Böyle durduğuma bakma, annen yaşındayım. Hiç çocuğum olmadı ama olsaydı onlar bile anne derdi bana, sen niye teyze diyorsun? Ayıp denen bir şey var!
Çocuğum olmadı ama evlenmiştim bir ara. Hatta iki arada bir derede evlendim. Gelinliğimi hala saklarım. O zamanlar, gençken yani, iki kız otururduk bu evde. Kendimi bildim bileli vardı o arkadaşım. Yok, kardeşim değil. Sadece arkadaştık. Onun da adı Nazlı mıydı, Nazan mıydı? Öyle bir şeydi işte. Bazen üç-dört kişi bile olurduk, nasıl olduğunu hiç anlamam. Aynalardan herhalde. Nasıl da çoğaltırlar her şeyi. Bir de bakarsın, evde on kişi olmuşsunuz, hepiniz aynı hareketleri yapıyorsunuz. Yine de Nazan (ya da Nazlı) ayna insanı değildi. Küçüklüğümden beri karşımda değil, yanımda oturdu o.
Bir gün yine evde oturmuşuz, iğnelerle oyalanıp saksı bitkileri yetiştiriyoruz; adamlar geliverdi. Ev nasıl dağınık! Hemen örgülerimizi ve çiçeklerimizi toplayıp kaldırdık. Misafir gelmiş, dağınık görmesinler etrafı, dedik. Adamlar da bir tuhaf misafirler! İçecek bir şey ikram edelim dedik, Nigar mutfağa gidince (nasıl o kadar çabuk ortadan kaybolduğuna da şaşırmadım değil hani) bunlar kollarımı açtılar. Bilezik aradıklarını sandım, oysa sadece mor çiçekler takardım kollarıma. Çiçekleri çok beğenmiş olacaklar ki, aldılar beni de yanlarına, bir arabaya karga tulumba atıp götürdüler. Nazan kaltağı olup bitenleri camdan izledi hep. Arkamdan su bile dökmedi.
Götürdükleri yerde ifade vermemi istediler, ya da ben öyle hatırlıyorum. Yüzlerine en ciddi ifademle bakarak olabilecek en mantıklı şeyi söyledim: 36! Hem giysilerimin bedeni, hem de ayakkabı numaram 36 olduğuna göre mantıklı bir şey olmalıydı bu. Bir şeyler yazıp çizdiler, sonra uzaylılara teslim ettiler beni. Her şey böyle beyaz beyaz. Parmakları uzadıkça uzuyor, etrafımda binlerce göz, hepsi bana bakıyor. Korkmadım desem yalan olur. Sonra renkli bir şeyler yutturdular bana. Orada iki gün mü kaldım, yoksa yirmi yıl mı, bilmiyorum. Bütün günler birbirine benziyordu, farkedemedim. Her gün yuttum o renkli şeyleri. Üzerimde testlerini uyguladıklarında onlar sayesinde hissetmemiş olmalıyım.
Nihal de bir gün bile gelmedi ziyaretime. Sadece bir gün doktora sordum neden gelmediğini. Onun gibi kadınların böyle renkli şeyleri sevmediğini söyledi. (“Monoton orospu” demiş olabilir ama üstelemedim.) Ben de aramadım onu tekrar.
Aslında onun da işi zor. Ne olduğunu bile anlamadan evlenivermişti. Annesi de dedi, ben de dedim. Öyle hemen evlenilmez, dedim. Ama aşık olmuş bu, sevişmiş adamla. O da bir şey değil. Akıllı seviş ki hamile kalma. Ama nerdeee? “Gençsin daha, evlenme, çocuğu da aldıralım” dedik, dinletemedik. Tutturdu salak, apar topar da evlendi. Allah biliyor ya, gözüm hiç tutmamıştı o kocası olacak boyu devrilesiceyi. O yıllarda çok modaydı, taşınır taşınmaz eve saksılar alıp çiçek yetiştirmeye başladılar. Her yerde sis vardı o yıllarda, evde göz gözü görmezdi. Cicim aylarında hep güldü bunlar. Sürekli konuşup güldüler.
Sonra bir gün, ne oldu bilmem, gülmeyi kestiler. Adam, Nazlı’nın artık kocaman olmuş karnına kötü kötü bakıyordu. Canavar dedi, iblis dedi, öyle abuk subuk bir şeyler söyledi; sonra mutfaktan bıçağı kaptığı gibi...
Ben felçliydim o sıralar. Koltuğun kenarında yaşardım. Görürdüm de bir şey yapamazdım. Gıkım çıkmazdı. Ama o an bir şey oldu, her yerime gelincikler yağdı. Ben de birden kalkmış bulundum. Ne yapsam, diye düşünürken bir de Mavi Sakal’a sorayım dedim. Bana bakmıyordu ki! Tuttum, kafasını kendime doğru çevirdim, “ne yapayım şimdi?” diye sorum ona. Bu kez de cevap vermedi. Bağırmayı da kesmişti, aptal aptal bakıyordu yüzüme. Annemi aradım, “karnım ağrıyor, her yer kırmızı oldu; gel de toparlayalım şu evi” dedim. Yanında adamlarla gelmiş, sonradan gelen misafirlere benzeyen adamlarla. Belki aynılarıydı. Hastaneye gittik hep beraber, iğne yapmadılar. Neden yapsınlardı ki? Yaramazlık yapmamıştım.
Nalan’ın karnı küçüldü o gün. Uyduruyorumdur belki ama içinden çıkanları ayakkabı kutusu gibi bir şeye koyup gönderdiler. Belki beğenmedikleri için dükkana geri vermişlerdir. O günden sonra Nurdan’ın karnı hiç şişmedi. Çok yese bile şişmedi. Zaten pek bir şey yemedi de. Sadece, ara sıra üzerinde oturan kırmızı kırkayakla konuşurdu. Anlam veremezdim. Delirdiğini bile düşündüm bir süre.
Nazlı’yla çok benzeriz birbirimize. Hakikaten çok. Ben saçımı boyatırım, eve gidince bir bakarım, Nazlı’nın da saçı aynı renk. Giyecek bir şey alırım, bir bakarım, Nazlı da aynısından almış. Hatta öyle ki; küçükken düşmüştüm, dizim yaralanmıştı. Eve gidince ne göreyim? Nazlı’da da aynı yara!
Gel zaman git zaman, bununla aynı evde oturup yaşlanırken, benim de karnımda kırmızı bir kırkayağın oturduğunu farkettim. “Bu kadar da kıskançlık olmaz” dedik, güldük kendimize.
Yalnız kalıp da canımız sıkıldıkça daha çok yaşlandık. Birbirimiz dışında kimseyle konuşmadık yıllarca. Bazen annem geldi bize, onunla bile konuşmadık. İstemediğimizden değil. Ağzımızı açınca kırkayak çıkar da, saldırıp zehirler güzelim annemi diye. Öldü sonra annem, helva çok lezzetliydi.
Artık birileri zehirlense de umursamadığımız için Necla’yla attık kendimizi sokaklara. Çiçek yetiştirmek için saksılar aldık. Eczane eczane dolaşıp iğneler, şişler, tığlar aldık. Gençleşmek için botoks yapacaktık kendimize. Çok pahalıydı, sadece bol bol toz aldık. Bazen evde de toz aldık. Sanki un kurabiyesi yapmışız gibi dökülüp saçılıyordu her yere, dağınıklık olmasın diye topladık hepsini. Dökecek bir yer bulamayınca da kaynatıp ıhlamur yaptık. Karnımıza iyi geldi.
Sonrası misafirler, uzaylılar falan işte. Eve döndüğümde Nazan (ya da adı her neyse. Unutuyorum hep, yaşlandım) yoktu. Bütün aynaları alıp kaçmış. Her yeri dağınık bırakmış. Birkaç gündür camın önünde oturuyorum, sallanan koltukta. Bir ileri, bir geri. Halk oyunları ekibi veya yurttan sesler korosu gibi değil bu. Oyuncak at gibi. İyi ki bunu bırakmış Nazan. Oyuncak oldu bana.
Bir ara evi temizlesem, toz alsam iyice. Kırkayak huzursuz bir süredir. Karnım çok ağrıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder