22 Eylül 2007 Cumartesi

bak bunu unutmuşum

Adım Nil. Sadece üç harf. Bazılarına anlamsız gelebilir ama o üç harf bana ait olan her şeyin simgesi. Temsil ettiklerinden kaçanlar yıllarca küçük bir kelimeyi kullanmaktan çekinip dolambaçlı yollara saptılar sandım. Büyüyünce anladım, kimse bir şeyden kaçmıyordu. İsmimden uzak durmalarının nedeni önem vermemeleriydi. Kim olduğumun bir değeri yoktu onlar için. Görmedikleri birine isim vermeye gerek duymamışlardı sadece.

Başlarda babasının kızıydım ben. Parçalanmasına ramak kalmış bir aileyi ayakta tutmak için “hık” demişti babam, burnundan düşmüştüm. “Aynı babası” demişler hastanedeki pembe yataklı bebeğe. Evde “kasap Hikmetler’in çocuğu”nun yastığına takmışlar altınları. Babamın hem ismi, hem lakabı olunca, ona çok benzeyen kızının bir kişiliğinin olabileceği gelmemiş akıllarına.

Yok canım, öyle silik bir tip de değildim. Mahallede bir çocuk salya sümük annesine koştuğunda herkes bilirdi sekiz numaradaki kızdan şikayetçi olunacağını. Ama annem bana hiç “Aşk olsun Nil, neden dövdün ki çocuğu?” demedi. Karşılaştığım cümle genellikle “Bıktım bu şikayetlerden Allah’ın cezası!” oluyordu. Okula kaydım yapılırken isim hanesine ya Allah’ın cezası ya da yavrum yazarlar diye düşünmüştüm. Böyle de dengesiz bir ailem vardı. Bir taraftan ne kadar itildiysem, diğer yandan o derece kucaklandım. Ne var ki, hiçbir zaman isim sahibi olamadım onların gözünde de.

Yoklamalarda durum değişir sanmıştım; öğretmenimiz isim yerine numraları okumaya başlayınca bunun da işe yaramayacağını anladım. İlkokulda da ismim yoktu, sadece 1296’ydım.

13 yaşındaydım, ilk kez günlük tutuyordum. Kendime kalbim kadar temiz sayfalar ayırmıştım ve hepsini ergenlik bunalımlarımla kirletiyordum. Dolayısıyla yazdıklarımı kimseye okutmuyordum. Ama günlüklerinde hoşlandıkları tiplerden bahseden ve bunu bütün sınıfa teşhir edenler de vardı, birkaç kişinin genç kız fantazilerini rontgenleme fırsatım olmuştu. Tuhaf bir gerçekle karşılaştım o zaman. Sadece benim günlüğümün adı yoktu! Yaşıtlarım kişilik sorunları yaşarken, benim sorunum kişiliksizlikti.

Ben daha kendi adıma sahip olamazken insanlar yavaş yavaş “nick” edinmeye başlamıştı. Daha iyi hissettiriyordu bu. Artık sadece kadının değil, koskoca bir neslin adı yoktu. Ben de 11C’deki sarışın olmaya alışmıştım bu sayede; ta ki adımı duyana kadar.

Öyle çarpıştık ve kitaplarımı düşürdüm gibi bir başlangıcı yok. Hiç de romantik değildi. Kaltağın teki kızlar tuvaletini oyun alanı sanıp su savaşı başlatmıştı. Ben çıkana kadar yapmamasını söylediğimde de suratıma bir avuç su yemiştim. O kaşınmıştı, ben de kaşıyordum gerektiği gibi. İzleyicilerin yanı sıra bizi ayırmaya çalışan birkaç kişi de vardı ama hatun dersini almayıp küfür etmeye devam ettiği için bırakmıyordum. Birinin “Nil yeter ya!” dediğini duydum. Bileğimi tutup yeniden Nil diyene kadar benden bahsettiğini anlamadım, sonra da yüzüne salak salak baktığımı hatırlıyorum. Beni durduran, kavga ettiğim kızın sevgilisi Erkan’dı ve ben ilk kez aşık olmuştum.

On bir yıl boyunca nefret ettiğim okul, bitmesine iki hafta kala başka bir anlam kazanmıştı. O anlamın da içine etmekte gecikmedim. Sadece iki cümle geçti aramızda:
- Böyle davranman gerekmezdi.
- Avukatı mısın onun salak?!
Sonuç: Başlayamadan biten hazin bir aşk öyküsü...

Biliyorum, o zaman da biliyordum, saldırgan davranmanın anlamı yok. Ama bu konuda yapabileceğim bir şey de yok. Aşkın insanı aptallaştırması değil bu; hepsi insanlara yumuşak davrandığında iyi niyetini suistimal etmeleriyle ilgili. Nasıl güvenebilirim ki? Erkan’a da sadece adımı bildiği için aşık olmuştum ama sırf bu yüzden, üstüme geldiğinde alttan alacak değildim. Biraz sert tepki vermiş olabilirim, kabul ediyorum ama o kadar da kontrollü olamıyorum, ne yapayım? Zaten hepsi şerefsiz bunların. Hepsi aynı. Yine de insanlara değer veriyorum. Ben en azından onlara isimleriyle hitap ediyorum.

Erkan’la böyle bir başarısızlık yaşamam hayal kırıklığına neden oldu elbette ama hayat devam etti ve birkaç erkek arkadaşım oldu. Cicim aylarımız adımın Nil olduğu sürece devam etti, “Bebeğim kalkalım mı artık?” olunca da bitti. Kimsenin canı, bebeği, meleği olmak istemiyordum, Nil olmamı neden kabul etmediklerini de anlamıyordum. Birlikte olduğum kişi adımın Can olmadığını öğrenene kadar da bekar kalmaya kararlıydım.

Aşk hayatım böyle yanlış anlamalarla devam ederken ben çalışmaya başlamış ve bir daire tutmuştum. Serdar Bey için “şirketin beyni”, ev sahibim Handan Hanım içinse “6 numaradaki kiracı” adını almıştım. Hatta Handan Hanım kapının önünde düşüp kolunu kırdığında yardım için beni çağırmıştı. Elbette “Niiiiil!” yerine “6 numaraaaaa!” diye bağırıyordu apartmanda.

Uzun lafın kısası, hemen herkesle aram iyi olsa da aramızda her zaman bir mesafe vardı. Beni önemsemedikleri için mesafeyi de umursamıyorlardı. Oysa o mesafede koca bir hayat vardı.

İsimsiz geçmiş 29 yılın ardından bugün yine doğum günüm. Sabah kendime pasta aldım, tek kişilik. Böyle günlerde bankaları ve mağazaları daha çok seviyorum. Mesajları standart da olsa hepsinin başında Sayın Nil Akifoğlu yazıyor. Arkadaşlardan da birkaç mesaj geldi ama aralarında “İyi ki doğdun Nil” diyen çıkmadı. Ah, bir de çiçek aldım, bu akşam çok işi olduğu için benimle buluşamayacak olan en yakın arkadaşım Aylin’den. “Hanfendi, bunlar size galiba” diyen çocuktan “biricik arkadaşım” diye birine gönderilen çiçekleri aldım, masamın üzerine yerleştirdim ve ağlamaya başladım. Durduramıyordum kendimi. Katıla katıla ağlıyordum tanınmadan geçen otuz yılım için.

Serdar Bey geldi sonra, ağladığımı görünce kapıyı kapatıp oturdu yanıma. “Ağlama kız,” dedi, “kocaman kıza yakışıyor mu böyle yapmak?” Sonra hayattan, deneyimlerden, her yaşın kendine göre bir güzelliğinin olmasından, önümde uzun ve çok güzel bir hayat olmasını dilediğinden ve daha bir ton saçma sapan şeyden bahsetti. Bir boktan haberi yoktu. Onlar için ne kadar önemli olduğumu söyleyip kalkıyordu ki, “Serdar Bey,” dedim, “benim adım ne?”

Yüzüme baktı öylece, zaman kazanmak için alakasız bir şeyler söyledi, bulamayınca konuyu değiştirmeye çalıştı. Gittikçe daha çok sinirleniyordum. Bunca zamandır tanıdığı, hatta değer verdiğini söylediği kişinin tek özelliği “şirketin beyni” olması mıydı yani? Başka hiçbir şeyi, bir ismi bile yok muydu değer verdiği kişinin?

Konuşması katlanılmaz bir hal alınca kendimi kaybettim sanırım. Masamın üzerindeki doğum günü çiçeği saksısını kafasına indirivermişim. Ben bunları yazarken o hala yerde yatıyor, kafasının çevresindeki kan gölü de iyice büyüdü. Herhalde öldürdüm Serdar Bey’i. Bu kapıyı açmamla birlikte yeni isimlerim olacak; deliren ihracat müdürü diyecekler, sülalenin yüz karası diyecekler, “24 numarada çalışan sarışın patronunu öldürmüş” diye konuşacaklar arkamdan. Gazeteleri okuyanlar ise olayı bir sonraki sayfaya kadar hatırlayıp Nil Akifoğlu adını fark etmeyecekler bile. Hayatımı değiştiren olayın hayat gözünde değeri bu kadar işte.

Hiç yorum yok: