hayat çizgime bakmak istediğini söylediğinde sol kolumu uzattım ona. tam elime doğru hamle yaparken gördü güneşin bile silemediği izleri. şaşırmıştı, ben de şaşırmasına şaşırmıştım. ne bekliyordu ki? elimdeki bir tek çizginin söyleyemeyeceği her şey kolumdaki onlarca çizgide yazılıydı zaten.
öyle bir bakışı vardı ki, kalkıp kaçacağını düşündüm bir an. kaçmadı. bunun yerine konuşmaya başladı ve bu kalkıp gitmesinden, hatta bir daha karşıma çıkmamasından daha kötüydü.
- ne zaman oldu bunlar?
- olmaları gereken zamanda.
- acımadı mı?
- bilmem. acımıştır herhalde.
- neden yaptın bunu kendine? deli misin sen?
- gerektiği için. ben sana neden kulağını deldirdiğini soruyor muyum?
- aynı şey değil.
- aynı şey. vücudunu nasıl kullandığın beni ilgilendirmez. and vice versa elbette.
bir damar mı atmaya başlamıştı şakağında? neden kızarlar bir insanın kendini korumasına? kendilerini ilgilendirmeyen şeylere burunlarını sokmamaları bir çok şeyi kolaylaştırır oysa. hayat çizgime bakacakmış... bok var sanki çizgimde! geleceğim hakkında atıp tutunca boyun mu uzayacak? sokaktaki çingeneler en azından para kazanıyor bundan. sen ne yapacaksın geleceğimi?
tedavi görmem gerektiğini söyleyip gitti. ardında yarım bardak çay ve bir telefon numarası bıraktı. kendi doktorunun numarasıymış, işime yarayabilirmiş. sürekli çay içen birinin doktoru ne kadar işime yarayabilir? çayla bir sorunum yok ama her zaman da çay içilmez ki! ya da diyelim ki var. küçükken annemin beni çay almam için gönderdiği bakkalda başıma korkunç bir şey geldi diyelim. adam paket getirmek için depoya girdi ve uzun süre çıkmadı mesela. ben de çocuk merakım ve yardımseverliğimle (ya adamın kafasına bir koli düştüyse ve adam oracıkta bayıldıysa, ayıldığında da burnunu kemiren ve periyodik olarak üfleyip yaptığı terbiyesizliği hissettirmemeye çalışan kedi büyüklüğünde bir depo sıçanıyla göz göze geldiyse; o an paniğe kapılıp son hızla aklını kaçırdıysa ve yakalamak için sıçanla tartışmaya başladıysa; tartışmanın büyümesiyle de, burnunu geri vermemekte kararlı olan sıçanla tekme tokat bir kavgaya giriştiyse ona yardımcı olmak boynumun borcudur diye düşünerek) depoya girdim ve ne göreyim?! adam yüzlerce çay paketinin arasında oturmuş, demlediği tavşan kanı çayı höpürdeterek içiyor! bu da yetmezmiş gibi, beni görünce demlikteki çayı erol taş kahkahaları eşliğinde yere döküyor ve "bu çayların hepsi beniiiim! sen de satın alamayacaksın! hahahaha!!! hüürrrp!" diyor. hangi travmayı sayayım artık? çayın höpürdetilmesi mi daha kötü yoksa bakkal amcaya güvenimi kaybetmem mi? peki bu şartlarda, kahveyi tercih eden ben, nasıl giderim sürekli çay içen birinin doktoruna?
böyle sağlıklı düşüncelere gark olmuşken b geldi, a'nın nerede olduğunu sordu. bir sigara yakarken onu kovduğumu söyledim. alenen yalan söylemiştim, ayıkken kimseyi kovmayacağımı herkes bilirdi. b de inanmadı zaten. o da konuşmaya başladı ne yazık ki. şu masadaki sessizliği bozmak için herkes elinden geleni yapıyordu. henüz yerimden kalkmayı düşünmediğim için de huzursuzluk uzun sürecek gibiydi.
dinler gibi yapıyordum ama sorduğu sorulara da aynı dinler pozisyonda cevap verdiğim için (ya da cevap vermediğim için mi demeliyim) dayanamayıp bağırmaya başladı. çok değişmişim, artık beni tanıyamıyormuş falan filan. ilgilenmediğimi görünce tedaviye ihtiyacımın olduğunu söyleyip gitti. o da bir telefon numarası karalamıştı masada duran peçeteye.
babam der ki; biri sana eşşek olduğunu söylerse umursama. başka biri de eşşek derse bir düşün. bir kişi daha derse... bu bölüme daha gelmedik. bir kişi daha masaya doktorunun numarasını bırakırsa almam gereken dersi açıklayacağım.
yine tek başıma kalmıştım. tam böyle ne kadar rahat olduğumu düşünürken mesaj geldi. c ve ç evleniyormuş, bu mutlu günlerinde beni de aralarında görmekten mutlu olacaklarmış. olmasınlar. kelime tekrarı yapılan düğünlere gitmem ben. ikiniz de mi yazdığınız mesajı düzeltme gereği duymadınız? parantez yuvarlanmış noktasını bulmuş. allah bir cümlede kocatsın.
bir kahve daha söyleyecektim, d aradı. buralardaymış, beni görmek istiyormuş. nerede olduğumu söyleyip beklemeye başladım. garsonun bana gülümsediğini gördüm. masaya 1-2 bardağın daha geleceğini anlamış olmalı diye düşündüm; kaşımın gözümün güzelliğine gülümseyecek hali yok ya!
kalkıp d'yi kucaklayınca kafasını çevirdi garson. yanılmışım sanırım. yine de oldukça eminim, kaşın gözün güzelliğine değil de, tek başılığına gülümsüyor olabilirdi en fazla. bu kadar basit olmamalıydı oysa. yalnız olan her kadın potansiyel av olrak görülmemeliydi.
d biraz oturdu. genellikle konuşacak bir şey bulamadığımız için sosyal olabileceğimiz yerlerde sosyal oluruz onunla. başbaşa kaldığımız zaman çok sınırlıdır. yine öyleydi işte. havaya bakarak konuşulan sudan ucuz konular. telefonu çalınca kalkıp uzaklaştı. pis pis sırıtan garsonla göz göze geldik. içimden bir küfür savurup kafamı çevirdim. d yine yaklaşıyordu masaya, gitmesi gerektiğini söyleyeceğini sandım. ne var ki, haber kötüydü, arkadaşları gelecekti. "git başka yerde buluş arkadaşlarınla" da denilmiyor ne yazık ki.
yarım saat kadar sonra tanımadığım altı kişi doluştu masaya. uzayan sessizliklerin bitmesinden memnundum ama kalabalık çok rahatsız eder beni. vakit kaybetmeden rahatsız oldum elbette. kısa tanışmalar, yapmacık gülümsemeler, birkaç dakikaya kadar hafızadan silinecek altı isim ve istemsizce dişlere uzanan tırnaklar. desteğe ihtiyacım vardı. bugün içmeyeceğimi düşünüyordum. kafam, midem, dolaşım ve sinir sistemlerim bir günlüğüne dinlenecekti biraz. olmuyormuş demek ki. akacak alkol şişede durmazmış.
üçüncü bardağı da masaya vurduğumda kalabalığa üç kişi daha eklenmişti. bir bardak daha istemeye çekindim daha fazla gelen olur diye. sağımda oturan kişi fazla konuşmadığımı fark etmiş, diyalog kurmaya çalışıyordu. aaa, çalışıyor muydum? lise öğrencisi gibi görünüyordum aslında. demek edebiyat okumuştum. amerika'nın kültürü mü vardı? zaten bütün amerikalılar aptaldı. fuck kelimesinin kökenini biliyor muydum? böyle bir toplumun dejenere olmaması mümkün müydü?
neden daha fazla içmediğimi unutup bir tane daha istedim. masadaki bir telefon tuhaf bir ses çıkardı. biri daha geliyordu!
sabahtan beri aynı masada kahve içiyordum, kararlıydım alkol almamaya. ama istikrar bir kere bozulunca daha fazla uğraşmanın anlamı kalmadı, kimseye bir şey söylemeden bardağımı kapıp kalktım. kalkmamla oturmam bir oldu. normalde bile pek iyi çalışmayan denge duyum sarhoş olunca iyice alt üst olmuştu. ikinci denemede ayaklarımın üstünde durmayı başardım. ailem beni ayaklarımın üzerinde durabilmem için yetiştirmişti ne de olsa. elbette akıllarından geçenin böyle bir şey olması mümkün değildi.
uzaklaşırken arkamdan gelen hızlı adımları duydum. sağımda oturan h koşar adım peşime düşmüştü.
- nereye gidiyorsun?
- kafa dinleyebileceğim bir yere.
- çok karanlık orası, yalnız gidemezsin.
- izin alıyor gibi bir halim mi var?
- olmaz ama. iyiliğin için söylüyorum.
- kusura bakma ama iyiliğim seni neden ilgilendirsin?
- arkadaşın olduğum için.
- benim arkadaşım d, sen değilsin. üstelik o bile umursamıyor nereye gittiğimi.
- bana kalırsa d'yi çok ciddiye alıyorsun. arkadaşımdır, severim ama sen daha iyisine layıksın. yanlış anlama tabi.
böyle bir dallamaya verilebilecek bir sürü cevap var. "d benim sevgilim değil" diyebilirdim, "seni ilgilendirmez" diyebilirdim, "doğru anlamı ne bunun" diyebilirdim, küfür edip gitmesini bile söyleyebilirdim. yapmamam gereken birkaç şeyden birini yaptım. ona sağlam bir kafa attım! daha da kötüsü, o dağılan burnunu toparlamaya çalışırken, ben viskinin ne kadarını döktüğümü merak ediyordum. bir şey söylemeden yola devam ettim.
içince deli cesaretine sahip olduğumu söylerler ama aslında sarhoş zamanlarım en çok korktuğum zamanlardır. her şey birer tehdide, ben de bir paranoyağa dönüşürüm. korktukça saldırganlaşırım. ayıkken "atarım" dediğim kafayı sarhoşken gerçekten atar, birilerinin üstüne sandalye fırlatmaktan çekinmem. korkunç olurum korkunca, korkmaları için bir sürü neden sunarım insanlara. çekilmez olacağımı öngörüp garsonu geri göndermeleri gerekir. nedense yapmazlar. belki benim de gideceğimi bildiklerinden.
deniz kenarına ulaşınca oturdum. masadan gelen bol ünlem işaretli seslere kapadım kulaklarımı, dalgalara konsantre oldum. gözlerimde karanlık, kulaklarımda dalga sesleri, burnumda deniz kokusu, ağzımda jack&coke tadı, tenimde hafif nemli rüzgar. gerçekten yaşıyor olabilir miydim? kutsal kitaplarda cennet böyle anlatılmıyordu. o başkalarının cenneti olmalı. herkes kendi cennetini bulmalı.
- pardon, ateşiniz var mı?
hmm... "olmasaydı bile senin için tanrılardan çalardım" demek istedim ama sadece çakmağı uzatmakla yetindim. kadınlara huri vermediklerine göre pekala yasak meyvem olabilirdi bu. ateşi asılmaya zemin hazırlamak için istediyse yine korkup saldırganlaşacağımı tahmin ediyordum. ama o anda, yalnız bir anlık bile olsa, meyveyi yemeyi ve çıplak kalmayı kabul ediyordum. paparazzilerin tablolarına bu şekilde yansımak umrumda değildi. "gençken yaptığım hatalardan çok utanıyorum" der, asma yapraklarıyla sansür koyardım sanat eserlerine. kafamın bir yerinde "saçmalama" kelimesi yankılanıyordu. anlamını hatırlamaya çalışırken yankılar bir sesle bölündü.
- az önce attığınız çok sağlam bir kafaydı. bu arada, adım o.
elini uzattı. uzanan eli sıkıp ben de ismimi söyledim. bir anda kim olduğumu hatırladım. dudaklarım gülümsemeye hazırlanmışken vazgeçip yüzümü yeniden denize döndüm. buraya kafa dinlemeye gelmiştim, biriyle tanışmaya değil. daha fazla insana ihtiyacım yoktu, zaten çevrem fazlasıyla kalabalıktı. ayılıyordum galiba. kızsal yanım o'nun yanımda kalmasını istiyordu. belki bunu söyleyebilirdim bile ama sessiz kalamayacağını düşünerek vazgeçtim.
rahatsız ettiğini söyleyip özür dileyerek gitti. giderken, belki sadece çakmak istediği için geldiğini ve ismini nezakten söylediğini; belki de az önce konuşmaktan kaçarak, hayatımın aşkı olabilecek adamı kaçırdığımı düşündüm. "gerçekten de yasak meyveymiş," dedim kendi kendime, "cennet hayalimin içine etti iki dakikada."
telefon çaldı, d nereye kaybolduğumu soruyordu. masaya döndüm, nüfus azalmıştı. h'yi alıp gitmişler, bir de tedaviye ihtiyacımın olduğunu söyleyip bir doktorun kartını bırakmışlar.
"biri daha eşşek olduğunu söylerse gidip kendine bir semer al."
ana fikrimi çıkardım işte. bu kadar çok insan bana psikiyatrist öneriyorsa bir sorun olmalı. demek ki çevremde bir sürü manyak var ve aralarındaki sayılı akıllılardan biri olarak hemen bir akıl hastanesi açmalıyım!
masanın yeni konusu benim tuhaf davranışlarım olunca gitme zamanımın geldiğine karar verdim. kaba davrandığım ve hıyar arkadaşlarının burnunu kırdığım için herkesten özür diledim; ardından da ibre 180'i gösterene kadar ayağımı gazdan çekmedim. bu şekilde araba kullanmaya devam edersem fazla yaşamayacağım sanırım. o halde devam etmeliyim. hem insanları bir sorundan kurtarmış olurum, hem de tanrılara musallat olmak daha eğlencelidir belki.
eve yaklaşırken akıma geldi, ö'ye uğramaya söz vermiştim. görüşmeyi kesinleştirmek için kitaplarımı rehin almış, her ertelemede bir tanesinin üzerine benzin döküp yakmakla tehdit etmişti beni. bunun umrumda olmadığını söyleyemezdim. maldoror'un şarkıları bildiğim kadarıyla artık basılmıyordu, kış ikindisinin evinde'de altı çizili bir sürü yer vardı ve bilge bir gorilin öldürülmesine kayıtsız kalamayacağım için ismail'i o hain ellere terk edemezdim.
gittiğimde ev boş değildi. dört kız oturmuş, fal bakmak için hazırladıkları kahvenin yanında içtikleri birkaç şişe likörün sarhoşluğuyla dedikodu yapıyordu. fal bu arada unutulmuştu ama olağanüstü sevimli bir görüntüydü. hepsinin yanakları kızarmıştı ve kıkır kıkır gülüyorlardı. s elindeki fincanı sehpaya bırakmayı bile unutmuştu. bana da kahve yaptılar, oturup dedikodu dinledim. akşam olanları anlatmadım. hem keyiflerini kaçırmaya gerek yoktu, hem yaptıklarım onları ilgilendirmezdi, hem de temelde önemsizdi. oysa hanım kızlarımızın magazin gündemi öyle miydi? mesela ş ve t grup kurmuş ama white stripes gibi olamayacaklarını anlayınca ilan vermişler yeni eleman için. u ve ü kardeşler katılmış bunlara, ersen ve dadaşlar gibi olmuşlar. ü acayip tatlı bir şeymiş ama v'yle birlikteymiş. kız da sanki işi gücü yokmuş gibi her provaya gidiyormuş, hayret bir şeymiş. öyle güzel falan da değilmiş, ü onda ne buluyormuş ki?
bir süre böyle devam etti muhabbet ama uykum geldi. p falıma bakmak için birkaç deneme yaptıysa da, sabahki hayat çizgisi olayının aksine kibarca reddettim. ne de olsa bakılan her falı geyik muhabbeti olarak görüyor ve söylenen her kelimeyi beş dakika içinde unutuyordum. hangi şahane falcı bana merak ettiğim bir şeyi söyleyebilir? geleceğimi merak etmezken hangi falcı, ne diyerek ilgimi çekebilir? fala ister inan, ister inanma. falsız kalmak sana bir şey kaybettirmeyecektir sonuçta.
sonunda eve gidebildiğimde y teyzeyi kapıda yakaladım. o saate kadar bizde ne işi olduğunu anlayamadım ama soramayacak kadar yorgundum. kapı sohbetini mümkün olduğunca kısa kesmeye çalıştım ama sevgili kızı z hakkında bir ton ıvır zıvır dinlemekten kaçamadım. özlemişler beni, bir ara çaya beklediğini söyledi.
gelirim diye yalan söyledim. tabii kadıncağız nereden bilsin bakkal amcayla aramda geçmiş olabilecek travmatik hikayeyi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder