21 Eylül 2007 Cuma

selim

Kafasındaki tahtaların ne zaman çatırdamaya başladığı belli değil ama lisedeki psikoloji derslerinden sonra elinin üzerinde yürüyen pembe filleri görmek için çok uğraştı Selim. Çok mu ilgisiz bırakmışlardı onu, yoksa çevresindeki rahatsızlar mı çekiyordu ilgisini anlayamadık hiç; normal olmamak için neden bu kadar uğraştığını çözemedik bir türlü. Hepimiz gibiydi o da. Ne daha zeki, ne daha deli. Tek farkı, farklı olmak için giriştiği çabaydı.

Sanata ilgisi yoktu aslında. Bir derste verilen örnekle Dali'nin standartlara pek uymadığını öğrenince ona dadandı. Saatlerini geçirirdi adamın bir resmine bakarak. Başlarda, engin bilgisinden yararlanmamız ve farklı bir bakış açısı yakalamamız için gördüklerini bize anlatmayı denedi. Sadece denedi. Kurduğu cümleler ilkokul cümleleriydi. Sabırla dinledik, birkaç kişi gerçekten ilgilenir gibi yaptı hatta. Neyse ki kısa süre sonra (daha doğrusu, sadece sivilceli ve bıyıklı kızların bunu tanışmak için kullandığını gördükten sonra) Dali'den de vazgeçti, sanat muhabbetinden de.

Selim'in en büyük korkusu intihar edecek kadar bunalmaktı. İkincisiyse ablası Selin'e benzemek. Selin'de bir sorun olduğundan değil, ona benzerse kadın gibi hissedeceğini sanırdı. O kadar homofobik de değildi aslında, sadece arkadaşlardan biri gay olduğunu söylediğinde aklına gelmiş olmalı korkmak. Zaten hiçbir zaman bunalamadı da Selim, öyleymiş gibi davranmayı bile başaramadı. Sabah darmadağın gelirdi okula, yüzünden düşen bin parça. Bütün gece uyumadığını söylerdi ama şişmiş gözlerine bakınca anlardık en az on iki saat deliksiz bir uyku çektiğini. Homurdanıp dururdu sabah sabah, tüm günlerin birbirine benzemesi konusunda acıklı olduğunu sandığı demeçler verirdi. Bu homurdanma, gerçekten uyumamış olan Özge sınıfa girinceye kadar sürerdi. Selim dışında hepimiz günaydın derdik, fazla konuşmayan Özge de bizi başıyla selamlardı. Kafamızı çevirdiğimizde Selim'in kısılmış gözlerle uzaklara baktığını görürdük. Yine karizmatik göründüğünü düşünürdü ve Özge kendisine günaydın bile demeyen Selim'i yine takmazdı. Özge'nin hep yanımızda olmasını isterdik. Onun sessizliği Selim'i de susturuyordu sonuçta.

Ne kadar olumsuz davranırsa davransın, kimse Selim'e sinir olmazdı. Kimse özellikle sevmezdi de onu. Özge yokken Selim konuşur, birkaç kişi de onu dinler gibi yapardı. Öyle bariz bir ilgi görme ihtiyacı vardı ki, insanlar ya onu ilgisiz bırakmaya kıyamazdı ya da dinleyen biri olmayınca Selim onları rahat bırakmazdı. Sürekli şikayet eden Selim, hayali dertlerini anlatacak birini bulamayınca on kaplan gücünde bir rahatsızlık abidesine dönüşürdü.

Değişimi tetikleyen bu muydu emin değilim ama Selim'in aklını başına getiren, kafasına aldığı darbe oldu. Taksim'de bir barda oturuyorduk. O zamana kadar yalnız olduğunu sandığımız Özge, sevgilisi olduğu anlaşılan gayet hoş biriyle girdi içeri, masaya davet ettiğimizde de hayır demedi. Hep asi ve depresif görünmeye çalışan Selim, Özge'nin yanında James Dean asiliğinde birini görünce Kafka depresyonu yaşamaya başladı. Özge Jack&Coke içmeye başladı, sevgilisi vişne votka. O zamana kadar sek kahve içmeye kendini zar zor alıştırmış Selim'in aklı iyice karıştı (Özge okulda her gün sütsüz ve şekersiz kahve içerdi uyanık kalmak için, Selim de ortak özellikleri olsun diye alışmaya çalışıyordu), kahveyi masada bırakıp kendini bara zor attı. Uzun süre oyalandı orada. Belli ki James Dean ve Calamity Jane arasında seçim yapmaya çalışıyordu. En azından ikisini aynı bardakta karıştırmaya çalışmadığı için hala biraz umut olduğunu düşündük. İşte muhteşem gösteri böyle başladı...

Jack&Coke'la başlayan macera vişne votkayla devam edince, o zamana kadar alkolü biradan ibaret sanan Selim iyice uçtu. Kendi kendine tartışıyor, söylenen her kelimeye saldırıyor, sesi giderek yükseliyordu. Bazen çok bunaldığını, her şeyin anlamsız geldiğini, yaşamak için bir neden bulamadığını söylerken, James Dean intihar eden gay arkadaşından bahsetmeye başladı ve suratına sağlam bir tokat yedi. Biz Selim'in aşkettiği Osmanlı tokadına anlam vermeye çalışırken, masanın diğer yanından Selim'in burnuna doğru uçan kafayı fark ettik ama durdurmak için çok geç kaldık. Selim suratında patlayan balyozumsu şeyin etkisiyle başını önce arkasındaki duvara, sonra yanındaki sandalyeye, son olarak da yere çarptı; doğal olarak da dağıldı ve bayıldı.

Onu ayıltmayı başardığımızda barmen Özge'yle sevgilisini dışarı çıkarmıştı bile. Biz de çıkıp hastaneye gittik; rontgenler çekildi, tetkikler yapıldı, falan filan. Selim'in taş kafası pek zarar görmemişti, kırılan burnu ve gururu dışında bir sakatlığı yoktu. Elbette bu, sevgili hastalık hastamızın bir hafta okula gelmemesine engel olmadı.

Hiçbirimiz Selim'i çok takmadığımız için ziyaretine gitmedik, hatta arayıp nasıl olduğunu da sormadık. Nezle olduğunda bile piysadaki tüm vitaminleri, ağrı kesicileri ve antibiyotikleri başucuna doldurup iki gün yataktan çıkmayan, döndüğünde de aramadığımız için iki gün boyunca şikayet eden Selim, yeniden okula geldiğinde değişmişti. Kanlı ve boş bakan gözlerle sınıfa girip herkesi başıyla selamladı, kendisine "siktir git dallama" diyen Özge'den özür diledi ve ne aramamamızdan yakındı, ne de günlük konuşmalarına başladı. Yerine oturdu ve ilk ders için kitaplarını çıkardı. Çevresine toplanıp nasıl olduğunu sorduğumuzda da sadece "normal" olduğunu söyledi. Bunca zaman herkesi normal olmadığına inandırmaya çalışmış Selim, hiç de öyle görünmediği bir zamanda normal olduğunu söylüyordu. İnanamadık ve bu kez onunla gerçekten ilgilenmeye başladık.

Bir zamanlar gömleğini özenle pantolonunun dışına çıkaran ve her sabah saatlerce ayna karşısında saçlarını dağıtan Selim gitmiş, yerine yataktan kalktığı gibi (eğer yatağa giriyorsa) kendini okulda bulmuş görünen bir Selim gelmişti. Gözleri her sabah kan çanağı gibiydi. Çok az konuşuyordu. Sınıfa girdiğinde ise selam vermek yerine buz gibi gözlerle herkesi süzüyordu sadece. İnanır mısınız, Selim'in gözlerinin mavi olduğunu bile o bakışlar sayesinde fark ettik. Ağzından birkaç kelime çıkarabilmek için gün boyunca kerpeten hazırlamaya başladık. Bir süre sonra Selim'in yeni haline de alıştık. Biz alışırken kızlar da bu yeni Selim'i çekici bulmaya başlamış, Özge dışında hemen hepsi onun kucağına oturmak için yarışır olmuştu. Özge'nin uzaklığı da sorun değildi artık. Kafasına yediği dört darbeden sonra Selim onu umursamıyor gibi görünüyordu.

Okul bitince hepimiz bir yana dağıldık. Ben psikiyatriyi seçip deli doktoru oldum ve yıllarca kimseden haber almadım. Geçen hafta yeni bir hasta getirdiler; annesi hastanın her yere pembe filler çizmesinden bıkıp doktora götürmüş. Doktor da, nasıl bir şey konuştularsa, kafasının yanından son hızla geçen kül tablası duvarda patlayınca bize göndermiş. Yeni hasta kim olsa beğenirsiniz? Selim elbette!

Şimdi ilaçlarla dengelemeye çalışıyoruz Selim'i, hazır olunca konuşmayı deneyeceğiz. Hazır olursa elbette. Bir de her gün ziyarete gelen ve Selim'le henüz görüşemeyeceğini söylediğimizde hastaneyi ayağa kaldıran onlarca kızdan vakit kalırsa!

Hiç yorum yok: