pazar günü evde otururken içimden taşınmak geldi. ara sıra gelir bana öyle. ama gerek üşengeçlikten, gerek "ailem sülalede bir ilk yaşamaya hazır mı?" düşüncesiyle şimdiye kadar anneciğimin dizinin dibinden ayrılmadım. annemi evde bulmak biraz zor olsa da güpgüzel dizlerinin kafamın altına yerleşmesini bekledim o yokken.
velhasıl kelam, pazar günü girdi aklıma bu düşünce. girdi mi de çıkmadı. internetlerde baktım, fotoğrafta iyi görünen birkaç yer buldum. kafamda hemen 1+1 bir ev kurdum, duvarlarını beyaz, gri ve mor yaptım, kolonlardan birine batman çizdim, beyaz duvarın bir kısmını asimetrik hareketlerle siyaha boyayıp kara tahta olarak kullandım. hatta ikea alışverişini yaptım, gardırobu kendim aldım, tek başıma kendim yaptım. masamı camın önüne yerleştirdim, çalışmaya başladım falan... çok havaya girdim anlayacağınız.
sonra anneme "bugün içimden taşınmak geldi" dedim. "yapma böyle şeyler, bana kalp krizi geçirtme" dedi.
sonra babama "ya baba, ben şimdi bir yere taşınsam 'ben gitmem o kızın evine!' der misin?" diye sordum. önce taşınmamı, bu durumu sonra düşüneceğini söyledi. sonra bir de "zaten seneye de bu evde olursanız kira vereceksiniz" dedi. (bilmeyenler için not: 30 ve 25 yaşında iki kardeşten bahsediliyor.) akla karpuz kabuğu düşürmenin tüm neşesiyle "iyi fikir," dedim, "aslında bunu 18 yaşındayken düşünmeye başlamalıydın." o zaman aklına gelmemiş, çifter çifter ödeyebileceğimizi söyledi.
tam odadan çıkarken "sen daha saçlarını boyayamıyorsun, nasıl taşınacaksın?" diye sordu. (bilmeyenler için ikinci not: saçlarımın yaklaşık yarısı yıllardır beyaz ve ısrarla boyamıyorum) birinin umursamazlıkla, diğerinin giderek yükselen bir istekle ilgili olduğunu söylemeye gerek duymadım.
tabi tırsıyorum da. yalnız yaşamaktan değil, taşınma telaşından ve ya kirayı ödeyemezsem kuşkusundan. ama ödenir di mi ya? o kadar da işsiz kalmam ve bir yolu bulunup ödenir di mi?
12 Aralık 2011 Pazartesi
30 Kasım 2011 Çarşamba
iki şey
farklı zamanlarda aklıma gelmiş iki şey var, bir süredir yazmak istiyordum. kimsenin hayatını değiştirecek şeyler değil bu arada, kişisel gerzeklikler. cidden gerzeklik ama.
geçen hafta sanırım, radyoda dinleyicilere "karşı cinsten birine rezil olduğunuz an nedir?" diye sordular. çoğu sarhoşken meydana gelen bir sürü rezilliğim var kuşkusuz, onun dışında okulda milleti ıslatırken kendi döktüğüm suyla kayıp düşmem de var mesela. ama konu bu değil. aklıma ilk gelen anı şuydu:
13-14 yaşlarında falandım. okuldan dönerken servis şoförümüz, belki de yol boyunca vik vik eden çocuklardan sıkılıp ağzımızı başka şeyle meşgul etmek için, bazen dondurmacıda dururdu. yine öyle bir gün servis durunca iki erkek çocuk fırlayıp koşmaya başladılar. yine benim yaşlarımda olan birkaç kız bana da "koş!" komutunu vererek peşlerinden bir depar tutturdular. nereye gittiğimizi, neden koştuğumuzu bilmiyorum; takıldım peşlerine. çocuklar önde, biz arkalarında, yallah ilerliyoruz ve ben bir türlü neden onları takip ettiğimizi soramıyorum. çocuklar bir köşeyi döndüler. kızlar yetişip köşede durdular. ben duramadım ve sokağa daldım.
önümde iki velet duvara dönmüş, kikirdeyerek işiyorlar. ardımda birkaç kız köşeden kafalarını uzatmış, kikirdeyerek onlara bakıyor. ben öyle gerzek gibi kaldım mı ortada? çocuklar kafalarını çevirdiler, bana bakıyorlar; ben kim bilir kırmızının hangi tonundayım. söyleyecek bir şey de yok. "amaaaan ben de bir şey sanmıştım" diyerek döndüm gittim. kızlara da bir şey demedim. ama o gün "neden?" sorusunun dilime yerleştiği gündür. ve tabii "karşı cinse rezil olmak" denilince aklıma gelen ilk sahne.
ikinci konu ise afili filintalar'da gördüğüm deneysel yemek tarifleri kitabı. yemek isimlerini anneme okurken gülmekten kusacaktım. ve tabii, kendime pay çıkarmak demeyelim ama, bu kitap aklıma gerzekçe huylarımdan biri olan "yaparız yeaaa"yı getirdi.
şimdi efendim, ben teorik olarak pek çok şeyi yapabildiğimi sanıyorum ama pratikte bir kabak dolmasına pirinç ayıklamışlığım yok. herhangi bir çalışmayı yönet deseniz işi şahane yürütürüm. elime bir kerpeten tutuşturup yap deseniz, tıs. amma velakin ki öyle değildir işte. o kerpeten ya da kabakları elime aldığımda bir özgüven geliyor anasını satayım, 10 yıldır mutfakta yaşıyormuşum gibi "yaparız yeaa, teorik olarak zor değil" diyerek girişiyorum.
şimdiye kadar sonucu deneysel yemek kitabındaki tarifler gibi çıkan bir şey olmadı ama (sürme çekme denemesini tenzih ederim. hatta küçükken şekerini koymayı unuttuğum keki de saymayalım. ya aslında bir de hazır profiterol vardı, hamur kısım yumruk büyüklüğüne ulaşıp yine de kabarmayınca tatlıya başka isim vermek zorunda kalmıştım. araba lastiği değiştirmeye çalışırken çırpı kollarımdaki kasların yetersizliği de sayılabilir bir bakıma.) bunu açık kalp ameliyatı konusunda "yaparız yeaa" dememiş olmama bağlıyorum. insan denemeden öğrenemez (ya da öğrendiğinden emin olamaz diyelim) ama gerzekliğin de alemi yok. işi bilene bırakmak bazı durumlarda harikalar yaratmaya çalışmaktan daha faydalı, demedi demeyin.
geçen hafta sanırım, radyoda dinleyicilere "karşı cinsten birine rezil olduğunuz an nedir?" diye sordular. çoğu sarhoşken meydana gelen bir sürü rezilliğim var kuşkusuz, onun dışında okulda milleti ıslatırken kendi döktüğüm suyla kayıp düşmem de var mesela. ama konu bu değil. aklıma ilk gelen anı şuydu:
13-14 yaşlarında falandım. okuldan dönerken servis şoförümüz, belki de yol boyunca vik vik eden çocuklardan sıkılıp ağzımızı başka şeyle meşgul etmek için, bazen dondurmacıda dururdu. yine öyle bir gün servis durunca iki erkek çocuk fırlayıp koşmaya başladılar. yine benim yaşlarımda olan birkaç kız bana da "koş!" komutunu vererek peşlerinden bir depar tutturdular. nereye gittiğimizi, neden koştuğumuzu bilmiyorum; takıldım peşlerine. çocuklar önde, biz arkalarında, yallah ilerliyoruz ve ben bir türlü neden onları takip ettiğimizi soramıyorum. çocuklar bir köşeyi döndüler. kızlar yetişip köşede durdular. ben duramadım ve sokağa daldım.
önümde iki velet duvara dönmüş, kikirdeyerek işiyorlar. ardımda birkaç kız köşeden kafalarını uzatmış, kikirdeyerek onlara bakıyor. ben öyle gerzek gibi kaldım mı ortada? çocuklar kafalarını çevirdiler, bana bakıyorlar; ben kim bilir kırmızının hangi tonundayım. söyleyecek bir şey de yok. "amaaaan ben de bir şey sanmıştım" diyerek döndüm gittim. kızlara da bir şey demedim. ama o gün "neden?" sorusunun dilime yerleştiği gündür. ve tabii "karşı cinse rezil olmak" denilince aklıma gelen ilk sahne.
ikinci konu ise afili filintalar'da gördüğüm deneysel yemek tarifleri kitabı. yemek isimlerini anneme okurken gülmekten kusacaktım. ve tabii, kendime pay çıkarmak demeyelim ama, bu kitap aklıma gerzekçe huylarımdan biri olan "yaparız yeaaa"yı getirdi.
şimdi efendim, ben teorik olarak pek çok şeyi yapabildiğimi sanıyorum ama pratikte bir kabak dolmasına pirinç ayıklamışlığım yok. herhangi bir çalışmayı yönet deseniz işi şahane yürütürüm. elime bir kerpeten tutuşturup yap deseniz, tıs. amma velakin ki öyle değildir işte. o kerpeten ya da kabakları elime aldığımda bir özgüven geliyor anasını satayım, 10 yıldır mutfakta yaşıyormuşum gibi "yaparız yeaa, teorik olarak zor değil" diyerek girişiyorum.
şimdiye kadar sonucu deneysel yemek kitabındaki tarifler gibi çıkan bir şey olmadı ama (sürme çekme denemesini tenzih ederim. hatta küçükken şekerini koymayı unuttuğum keki de saymayalım. ya aslında bir de hazır profiterol vardı, hamur kısım yumruk büyüklüğüne ulaşıp yine de kabarmayınca tatlıya başka isim vermek zorunda kalmıştım. araba lastiği değiştirmeye çalışırken çırpı kollarımdaki kasların yetersizliği de sayılabilir bir bakıma.) bunu açık kalp ameliyatı konusunda "yaparız yeaa" dememiş olmama bağlıyorum. insan denemeden öğrenemez (ya da öğrendiğinden emin olamaz diyelim) ama gerzekliğin de alemi yok. işi bilene bırakmak bazı durumlarda harikalar yaratmaya çalışmaktan daha faydalı, demedi demeyin.
28 Ekim 2011 Cuma
paralel-apokaliptik
Dünyada kaşif olmak kadar ilginç bir meslek yok. Ama diğer gezegenlerde
daha ilginçleri varmış. Ben bunu 2115 yılında öğrendim.
2107’de artık dünya çok az canlı yaşamı barındırabilecek bir yere
dönüşmüştü. Geçmişte, tarih derslerinde öğrendiğimiz kadarıyla insan nüfusunun
70 milyarı aştığı dönemler olmuş. Sonra küresel ısınma, doğal yaşamın neredeyse
tamamen tahrip edilmesi ve buna bağlı olarak, kalan azıcık doğal kaynağa sahip
olmak adına çıkan savaşlar sonucunda hepi topu 4 milyar civarında insan kalmış.
Buna rağmen kaynaklar insan yaşamı (ve elbette konforu) için yetersizlik
gösterince diğer gezegenlerde yaşam başladı. Dünyadaki yaşama uygun ortamlar
oluşturmak için zaten çok uzun süredir çalışılıyormuş. Her şey ayarlanınca da
2107’de farklı gezegenlere toplu göçler başladı.
Ben bütün bu süreçte şanslı olanlardanım. Eski dünyada silah taciri
olan bir soydan geliyorum. Anlayacağınız, her zaman çok zengindik. Göçler
başladığı zaman evimizde ve topraklarımızda çalışan herkesi “Flora” ismini
verdiğimiz tarım gezegenine ve “Minera” ismini verdiğimiz maden gezegenine
gönderdik. Ailem diğer tüm zenginler ve bilim insanları gibi vazgeçilmezler
sınıfından olanlarla birlikte, insan yaşamına en uygun gezegen olarak
tasarlanmış “Sapia”ya taşındı. Dünyada kalanlar ise oradaki kaynakları
geliştirme ve diğer gezegenlerde yaşamı destekleme görevini üstlendi.
Ben de artık 21 yaşına gelmiştim ve kendi yolumu çizmem gerekiyordu. Ya
aldığım eğitime uygun bir şekilde diplomat olacak, ya babamın mesleğini
sürdürecek ya da her şeyi geride bırakacaktım. Son seçeneği işaretledim. İki
yılı daha eğitimle geçirdim, sonra da kendimi uzay boşluğuna bıraktım. O gün
bugündür diğer gezegenleri inceleyen bir kaşifim. Hatta bulduğum minerallerden
birine benim adım verildi. Şimdi sadece tencere kulbu yapımında kullanılıyor
olması biraz gurur kırıcı olsa da Adidasium bana bir madalya, ansiklopedide bir
madde ve üç tane gerçek elma kazandırdı. Birini hemen o akşam yedim. Birini
uzayda insan dışında gördüğüm ilk akıllı canlıyla karşılaştığımda. Sonuncusunu
da bunlar kadar özel bir an için saklıyorum.
Merak ediyorsunuzdur, hemen açıklayayım; şimdiye kadar gezdiğim 97
gezegenin hiçbirinde filmlerde gördüğünüz tipte uzaylılarla karşılaşmadım. Gördüğüm
(ve bir elma değerinde olan) ilk akıllı canlılar genellikle dört ayak üstünde
yaşıyorlardı. Kolları oldukça uzun ve güçlüydü. Bir yere uzanmak veya tırmanmak
için arka ayaklarının üstüne kalkıyor, yürürken genellikle ön ayaklarını da
kullanıyorlardı. Bilinen herhangi bir dilde konuşmuyorlardı. Genellikle çığlık
ya da homurtu olarak tabir edebileceğimiz sesler çıkarıyor ama birbirleriyle
bir şekilde anlaşıyorlardı. Tabii kullandıkları alfabe de bana çok yabancıydı,
hatta daha çok dünyadaki bebeklerin ellerine kalem geçirdikleri zaman duvara çizdikleri
anlamsız şekillere benziyordu. Onlarla iletişim kurmak için duvara yazı
yazdıkları taşlardan birini alıp canlılardan birinin basit bir çizimini yapmaya
başladım. O sırada bir tanesi arkamdan sinsice yaklaştı. Kafamı çevirip aniden yaratığı
yanımda görünce çok korktum. Bayılmışım. Bir patlama sesiyle kendime geldim.
Gözlerimi açtığımda hepsi çığlık çığlığa kaçıyordu. Silahımı almışlar.
Muhtemelen beni öldürmeye çalışıyorlardı, neyse ki ıskalamışlar. Daha fazla
uğraşmak yerine Sapia’daki amirime gezenenin koordinatlarını ve canlıların
vahşi olduğu bilgisini veren bir mesaj gönderdim. Muhtemelen ben gezegenden
ayrıldıktan sonra gelip hepsini gebertmişlerdir.
Daha sonra karşılaştığım yaşam formlarıyla da iletişim sorunları
yaşadım. Dünyada kullanılan beş dilin tamamını ve iki ölü dili ana dil
düzeyinde bilmeme, bilinen gezegenlerde kullanılan 2 dili de orta düzeyde
konuşabilmeme ve tabii ki sözlüğünde pek çok ölü dilin kelimelerini de içeren
konektöre sahip olmama rağmen uzay gerçek bir bilinmez. Mesela gezegenlerden
birinde canlılar silikon gibi bir maddeden oluşuyor, bazı durumlarda böceklerin
üstündeki kitin tabakası gibi katılaşabiliyorlardı. Jel ve katı kıvamlardayken
çıkardıkları sesler de birbirinden farklıydı. Tabii onların da dilini
öğrenemeden aralarından ayrılmak zorunda kaldım. Birkaç yıl sonra yeni koloni
kurulduğu zaman, eğer hala hayattalarsa, bir süre aralarında yaşayıp öğrenmek
istiyorum.
Gelelim 2115 yılında karşılaştığım ilginç gezegene. Samanyolu’ndan 700
milyon ışık yılı uzaklığındaki Yoreamon galaksisinde keşif gezisi yapıyordum.
Gezegen gezegen dolaşıp taş toprak dışında ancak biraz metalle karşılaşmıştım.
Miktarlar da Sapia’ya haber vermemi gerektirecek kadar yüksek değildi, sadece
raporda belirtmem yeterli olacaktı. Ayak bastığım sekizinci gezegen ise
barındırdığı su miktarıyla bile çişimi getirmeye yetmişti. Sapia’ya
“hüleaaağn!” diye bağırmak için konektörü elime aldım ama heyecandan resmen
kaskatı kesilmiştim. Sadece gözle görebildiğim alandaki bitkiler bile hayatım
boyunca gördüklerimin en az 50 katı kadardı. Etrafta böcekler dışında
birbirinden farklı iki hayvan daha dolaşıyordu ve ikisi de tüylüydü. Bitkilerin
birinden müzikli bir ses geldiğinde üçüncü tüylü hayvanla karşılaştım. Ben öyle
bakakalmışken uçup uzaklaştı. İnanabiliyor musunuz? Hayvan bir böcekten çok
daha büyüktü ve uçabiliyordu!
Kendimden geçmiş bir halde çevreyi incelerken arkamdan gelen bir sesle
irkildim.
“Birine mi bagdın bilader?”
Karşımda 1.20 boylarında, iki ayağı üstünde duran, tüy yoğunluğu
gördüğüm hayvanlara oranla çok daha düşük, insana oldukça yakın görünümlü biri
duruyordu. Yanyana duran iki gözü, gözlerinin arasından uzanan tombik bir
burnu, insanlarda olandan biraz daha geniş bir ağzı ve kafasının yanlarında
birer kulağı vardı. Kafası gövdesine boyunla bağlanıyor, kolları gövdenin iki
yanından çıkıyor, bacakları da gövdenin altından çıkıp yere dik uzanıyordu.
Tarih kitaplarında buna oldukça yakın olmakla birlikte, daha uzun boylu ve
orantılı vücut hatlarına sahip eski insanı görmüştüm. Yaratığı biraz daha dikkatli
inceleyip beynimi zorlayınca 2015 nükleer savaşından önce doğan tüm insanların
yaklaşık bu şekilde göründüğünü hatırladım. Aslında yaratık düpedüz eski
insandı. Dolayısıyla konektör büyük ihtimalle yaratığın hangi dili konuştuğunu
algılayıp yarım yamalak da olsa çeviri yapabilecekti.
Konektörü çalıştırırken yaratık ürktü ve birkaç adım geri
çekildi. Endişelenmemesi için elimi kaldırdığımda depar atıp gözden kayboldu.
Tabii bu biraz da benim hatam olabilir. Ama sırtından çıkan üçüncü bir kolunun
olmadığını ancak kaçarken görebildim. Herhalde o da sadece iki kolu olan türe
mensuptu ve eski insanlardan olduğu için benim fiziksel özelliklerime alışık
değildi.
Yaratık ya da artık insan demeliyim, kaçtıktan sonra söylediği şeyi
konektöre tekrarladım. Sanırım birini izlediğimi düşünmüştü. O sırada çevreyi
incelediğim için insanın iyi bir gözlemci olduğuna karar verdim. Ayrıca anlamlı
cümle kurabiliyordu, demek ki akıllıydı. Kullandığı bilader kelimesi en çok,
dünyada kullanılan dillerde yer alan kardeş kelimesine benziyordu. Dolayısıyla
insanın dost canlısı olması kuvvetli bir ihtimaldi. Elimdeki verilerle çabucak
bir genelleme yaptım ve gezegende yaşaması hayli muhtemel diğer insanları
bulmak için adamın kaçtığı yönde ilerlemeye başladım.
Gördüklerimi nasıl tanımlayabileceğimi hala bilmiyorum. Pek çok şeyi
raporuma görüntülü olarak aktarmak zorunda kaldım çünkü onları anlatacak
kelimelerim yoktu. Bir kere, çeşit çeşit bitki ve hayvan vardı etrafta. Özellikle
bu alanlarda yaptığım ölçümler, atmosferin insan ciğerinin kaldırabileceğinden
çok daha fazla oksijen içerdiğini gösterdi. Maskemi çıkaramadığım için havayla
ilgili bilgim raporda yer alan sayısal verilerden ibaret kaldı. Yapılar daha
çok bizim garajlara benziyordu ama buradaki insanlar onların içinde yaşıyordu.
İlkel motorlu taşıtlar kullanıyorlardı. Flora ve Minera’ya gönderilen insanlar
kadar güçlü bir kas yapısına sahip oldukları ilk bakışta belli oluyordu. Önce
bu insanların da başka bir gezegenin kolonisi olduklarını düşündüm ama sonradan
yaptığımız araştırmalarda çevre gezegenlerde ve galaksilerde akıllı yaşama
rastlamadık.
Kaçan insandan sonra karşılaştığım ilk insan (birinciye benziyordu ama
ondan daha ince, göğüs kısmı daha geniş, kafasındaki tüyler daha uzundu) biraz
ürkekti ama kaçmadı. Yerde dört ayak üstünde yürüyen, bir insan yavrusu mu
yoksa tüysüz bir hayvan mı olduğuna karar veremediğim bir yaratık daha vardı.
İnsan onun peşinden gidiyor, ciyaklamaya benzer sesler çıkarıyordu. Yanlarına
yaklaştığımda, sanırım koruma içgüdüsüyle, küçük yaratığın önüne geçip aramızda
durdu. Dünyada en çok konuşulan dille “merhaba” dedim.
“Eneee! Turiz gelmiş la!”
Konektör tam bir tercüme yapamamıştı ama gezegende kullanılan dilin
dünyanın ölü dillerinden Türkçeye yakın olduğunu çözmeyi başarmıştı. Lehçeyi
çözene kadar çat pat da olsa anlaşabilecektik.
“Lideriniz kim?”
“Mıhtarı mı diyon?”
“Onu nasıl bulabilirim?”
“Ha bu yolu takip ediyon. Gidiyon gidiyon gidiyon gidiyon, şeer
merkezinde dört yol ağzına gelende duruyon. Sağa dönüyon, mıhtar orda.”
Aslında her şeyi lidere sorabilirdim ama insanın korkmadığını görünce
onunla biraz daha konuşmaya karar verdim.
“Sen insan mısın?”
Anlamamış gibi baktı. Gözlerinin üstündeki iki sıra tüyden birini yay
gibi hareket ettirdi. Biraz korkuyordum ama belli etmemeye çalıştım. Herhangi
bir tepki vermediğimi görünce “hyeeaa?” gibi bir ses çıkardı. Konektör bunun
olumlu bir cevap olduğunu belirtti.
“Sen kadın mısın?”
İnsanın gözlerinin üstündeki tüylerin ikinci sırası da yay gibi
gerilerek yukarı kalktı. Gözleri yaşarırken alt dudağı da titremeye başladı.
“O orspu Hatça mı söyledi la? Kendisi yedi tane doğurdu yaaa, ben bir
taneyi zar zor doğurunca çenesini tutamadı donuuuzz! Elin turizine bile
yetiştirilir mi hea? Elin turizine bileğğğ!”
Doğumla ilgili bir şeyler söylediği ve artık yavrusu olduğunu sandığım
yaratığı koruduğu için insanın kadın olduğuna karar verdim. Ama bu kadın
nedense olduğu yerde tepinip ağlamaya, dizlerini dövmeye, başındaki uzun
tüyleri çekiştirmeye başlamıştı. Ne yalan söyleyeyim, hasta olduğu için kriz
geçiriyor sandım. Havayla bulaşabilecek hastalıklardan maskem sayesinde
korunuyor olsam da saldırıp bir yerimi parçalarsa rahatlıkla mikrop
kapabilirdim. Bir kaşif olarak bunu söylemekten utanıyorum ama korkup kaçtım. O
zaman bunun duygusal bir tepki olduğunu, insanların hangi durumlarda ağladığını
falan bilseydim onu rahatlatmaya çalışırdım.
Koşar adım yola devam ettim. Gördüğüm insanlar artınca şehrin merkezine
doğru ilerlediğimi anladım. Burada daha az bitki ve daha çok yapı vardı. Her
yapının önünde bir ya da iki insan ayakta duruyor, bir insan da yerde
yatıyordu. Bazı insanlar yolun ortasında durmuş, tuhaf işaretler yaparak
diğerlerini yönlendiriyorlardı. İlkel motorlu taşıtlar yok denecek kadar
azalmıştı, insanlar birbirlerinin omuzlarına çıkıp hareket ediyordu. Herkes
ikili ya da üçlü gruplar halinde hareket ediyordu ve bunlardan birinin elinde
mutlaka taşıyacak bir şeyler oluyordu. Yollar sadece yürümek ve beklemek için
kullanılıyor gibiydi, ne oluyorsa yapıların içinde oluyordu. Bazı yapıların önü
geniş cam levhalarla kaplıydı. Bu levhaların ardında da farklı pozlarda sabit
duran insanlar yer alıyordu. Daha küçük cam levhalarla kaplı yapılarda ise
pişen yemekler, ne işe yaradığını anlamadığım gereçler ve hayvanlar vardı.
Böyle bir zenginliğe akıl sır erdiremiyordum. Sapia’daki insanlar burada yarı
bitkisel serumlar yerine sürekli gerçek, pişmiş yemekle beslenildiğini
öğrenince akın akın geleceklerdi.
İnsanlar üçüncü kolumu görmeden de farklı olduğumu anlayabiliyordu.
Bazıları yanlarındaki daha kısa boylu olanların gözlerini kapattı, bazıları
giderek artan bir merakla beni izlemeye başladı. Burada nasıl davranmam ya da
nasıl selam vermem gerektiğini bilmiyordum. Ben de onları taklit etmeye
başladım. Konektör “Yazık, özürlü galiba” cümlesinin ne anlama geldiğini
açıklayınca yanlış bir şey yaptığımı anlayıp yoluma devam ettim.
Liderin, yani bu halkın dilinde mıhtarın yaşadığı yapıyı bulana kadar
peşimden gelenlerin sayısı iyice artmıştı. Yapının önünde dururken ayakta duran
iki kişinin yanlara doğru çekildiğini, bir insanın da yerde yatanın üzerine
basarak içeri girdiğini gördüm. Tabii önce beni baştan aşağı süzmeyi de ihmal
etmedi. İçeri girince üzerinden bir parça giysi çıkarıp içeride ayakta duran
kişiye verdi. Ya da daha doğrusu, astı. Böyle üst üste bir şeyler giymek
gelenekleriydi herhalde.
Yerde yatan adamın üzerine neden basıldığını anlamamıştım. Belki bir alışkanlıktı,
belki zorunluluktu, belki de sadece belirli kişiler basabiliyordu. Yanlış bir
şey yapmamak için olduğum yerde bekledim. Belki bir kişi daha kapıdan geçerdi. O
zaman ben de (nedense?) adamın üstüne basarak ya da basmayarak içeri
girebilirdim.
Kısa süre sonra kapıdaki iki adam tekrar yanlara çekildi ve karşıma 1.60
boylarında, kafasının sadece yanlarında kısa tüyler olan ama gözleriyle
dudaklarının üstünde ve kulaklarının içinde gür tüyler bulunan bir insan çıktı.
O da bana önce “birine mi bagdın bilader?” dedi. Cümleyi ikinci kez duyunca
bunun bir selamlaşma cümlesi olduğunu düşündüm ve tekrarladım. Bu sefer de
“özürlü galiba” cümlesini ikinci kez duydum ve yanlış bir şey yaptığımı
anladım.
“Merhaba. Ben Adidas” diyerek doğru olduğunu sandığım şekilde selam
verdim ve kendimi tanıttım. Kalabalıktan biri “Koyyim de yan bas! Ehehehahaha!”
diye bağırdı. Ardından herkes daha sonra gülme olduğunu öğrendiğim şekilde
bağırmaya başladı. Bir şey anlamadığım için sustum. Mıhtar kalabalığa ters ters
bakıp “Gel yeenim gel” diyerek içeri girmemi işaret etti. Ama hala adamın
üstüne basmam gerekir mi, ya da neden basmam gerekir bilmiyordum. Yerdeki adama
baktım, mıhtara baktım, “Bu adam ne yapıyor burada?” diye sordum. “Paspas o
paspas, bas gel” dedi. Bir insanın paspas olarak kullanılması pek aklıma
yatmadığı için yanlış çeviri olduğunu düşündüm, adamın üstünden atlayıp içeri
girdim.
İçeride durum daha da tuhaftı. Masa yere çömelmiş dört insanın üstünde
duruyordu. Sandalyeler ise ellerinin ve dizlerinin üstünde duran bir adam ve
onun üstünde dik bir şekilde oturan bir kadından meydana geliyordu. Odada dolap
yerine, çeşitli yerlerinde raflar taşıyan dört insan vardı. Ellerinde başka
objeler tutan birkaç insan daha odanın çeşitli yerlerine dizilmişti. Mıhtar
ikili insan gruplarından birini gösterip “Geç otur şööle” dedi. Ayakta durmam
daha tuhaf görüneceğinden kadının kucağına ilişiverdim. Oturur oturmaz mıhtar
“Çayçenmi?” dedi. Konektör buna bir anlam veremedi. Aptal aptal baktığımı
görünce mıhtar daha yavaş tekrarladı; “Çayyy çen miii?”
Konektör çaydan bahsedildiğini tahmin ederek tercüme etmişti. Ve ben
sadece ismini duyduğum çayın tadını delicesine merak ediyordum. Ama
metabolizmama nasıl bir etkisinin olacağını bilmediğim için içemezdim, ancak
örneklerini Sapia’ya götürüp gerekli testlerden geçtikten sonra deneyebilirdim.
İstemeyerek de olsa “Hayır” dedim. Herhalde kelime ağzımdan yanlış bir
tonlamayla çıkmış, mıhtar “O ne biçim hayır! Doğseydin bi de!” diye ters ters
cevap verdi. Özür diledim, Sapia’dan gelen bir kaşif olduğumu ve farklı
gezegenlerde beslenmemin kötü sonuçlarının olabileceğini kısaca anlattım. Bu
gezegenin geleneklerini bilmediğim için bazı hatalar yapabileceğimi, beni mazur
görmelerini rica ettim. Mıhtar anlattıklarımla ilgilenmiş gibi görünüyordu,
muhakkak beni uzun bir sorguya çekecekti. Ondan önce davranıp bu kadar insanın
odada ne yaptığını, kapıdaki insanların ne işe yaradığını, neden insanların
üzerinde oturduğumuzu sordum.
“Biz buranın yerlisiyiz bildin mi?”
Cevap bana adamın yerde yatmasını açıklıyormuş gibi gelmedi ama
devamının geleceğini anladığım için onaylamakla yetindim.
“Şindi buranın dopraa çoğ verimli. Yere tükürsen fide verir, o gadaa
verimli. Her yerden buraya göçüyolla. Bahtıg burayı doldurcaklaa, bize yer
kalmaycah, o vakit ihtiyar heyetini dopladıh. Dedih ne yapah? Biri dedi
almayah. Biz dedik hyeeaa. Almadıh bunnarı, onnar da bizlen ticareti kestiler.”
Konektörün yapay zekası bu uzun konuşmadan sonra dili iyice çözmüştü.
Ben de mıhtarı rahatça anlamaya başlamıştım. İyi ki daha önce anlamamışım,
yoksa bizim de Sapia’dan buraya göç edebileceğimizi söyleyip her şeyi baştan
bozabilirdim. “Hyeeaa?” diye cevap verdim. Mıhtar bunu duyunca bir sevindi,
kalktı yerinden kucakladı beni. Odadakilere “La bu Safya mıdır nedir, ordan
deel! Bizden la bu bizden!” diyerek yerine oturdu, daha bir keyifli anlatmaya
başladı.
“Sonna dedik alak bunnarı ama şehre girerken bize para versinner. Ööle
ufağından bir ücret belirledik, bunnar da gabul ettiler. Beyle yerli olmayannardan
boyuna para doplamaa başladıh. Sonna dediler biz burda yaşamak isterik, üç katı
fiyata ev sattık bunnara. Dediler tarla isterik, dedik satmayık, her ay kirayla
birlikte mahsulün %25’ini alırık. Yok dediler olmaz ööle, yapmayın bööle falan,
heeeç geri adım atmadıh. Bunnar da geldileeer.”
Tarım toplumu olmalarına rağmen kurnazlık gibi bir zeka formu
geliştirdiklerini anladım. Ayrıca pek de savaşçı sayılmazlardı herhalde. Eski
dünyayı düşününce, mesela doğal kaynaklara sahip olan ülkeler hiç böyle
yapmamış. Çünkü bizimkiler daha kurnaz davranmış, sonra da gerek silah zoruyla,
gerek farklı şekillerde baskı kurarak ellerinde ne var ne yoksa almışlar. Bir
yandan da göçmenlerin, eski dünyadaki Yahudi ırkı gibi, yerleştikleri ülkenin
insanlarını bir ara öldürmeye başlayabileceklerini düşündüm. O da zamanında çok
başarılı bir asimilasyon, hatta soykırım politikası olmuştu. Mıhtar anlatmaya
devam etti, ben de bu gezegendeki göçmenlerden bir bok olmayacağına karar
verdim. (Bu terimi de orada öğrendim, şimdi hepimiz kullanıyoruz.)
“Zamanna bagtıh bunnarın yaşayışları farklı, dinleri farklı, başka
başka diller konuşiyiler, her bişeyleri farklı yani. Bizim çocuhları da kötü
etkileyecegler, garılar zaten onnar gibi olmaya dünden razı... Yassah gardeşim
dedik, burda bööle yaşayaman! Ya gidecen nereye gidersen, ya tıpkı biz gibin
yaşayacan. Dedik zaten bunnarın varı yoğu bura olmuş, başga yere göçecek para
da galmamış, mutlah bize uyacaklar dedik. Olmaz ööle şey diyenner oldu, biz
bunnarı bi güzel doğdük. Daha da dinnemeyenleri hapsettik. Daha da
dinnemeyenleri öldürdük. Bizim yerlilerden de onnarı savunan zibidiler çıktı,
onnara da aynısını yapdıh.”
Mıhtar bunları anlatırken ben de raporu düşünüyordum. Şöyle güzel bir
savaş stratejisi yazarsam, önce muhalif grupları güçlendirip iç savaş çıkaralım
diye girersem, kesin burayı ele geçirdiğimizde bana toprak verirlerdi. Yani
kaşiflik güzel ama her gün gerçek yemek yemenin keyfi de resmen paha biçilmez
be bilader! Ben böyle hayaller kurarken mıhtar devam etti.
“Bunnarı bööle eyice ezdik, sindirdik ama sinirimiz geçmiyi! Düşüniyik
düşüniyik, nassı bize garşı ayaglanırlar diyik, yine sinirleniyik. Şindiki aklımız
ossaaa baştan yerlileri de bunnara düşman edecez, topunu silip süpürecez
memleketten. Onun yerine vergileri artırdıg, bunnarı kıt kanaat geçineceg
duruma getirdig. Ama yine de git deriz gitmezler. Bir de hırsızlığa da
başladılar. Biz hepten dellendik. O gadar düşündüg düşündüg, bir şey bulamadıh.
Heyetten biri de düşünmekten sıkılmış, dedi ko götüne. Anaaağğğ dedig, doğru
la, koyalım götlerine. Yine saldırdıh bunnara. Tuttuumuzu sittik ondan sonna,
bizim soydan çoğalttık.”
Dinledikçe eski dünyayla aralarındaki bağlantılar daha da netleşiyordu.
Görünüşe bakılırsa birkaç yüzyıl sonra gezegenlerini dünya gibi yok
edeceklerdi. Buraya yerleşmek için zaman kaybetmeden kapsamlı bir araştırma
yapıp elimizi çabuk tutmamız gerekiyordu. Zaten görünen o ki göçmenleri iyice
azaltmış, topraklarını tamamen ellerinden almış, onları eşya olarak kullanmaya
başlamışlardı. Kendi hikayesine dalmışken benim söylediklerimi iyice unutan
mıhtar konuşmasına ara verip yeniden “Çayçenmi?” diye sorduğunda uzun yoldan
geldiğimi ve yorgun olduğumu, yarın devam etmemizin daha iyi olacağını
söyledim. “Olur mu ööle be Adidas kardeşim? Daha sizin şehrinizi annatacağıdın!”
diye itiraz ederken ayağa kalkmıştım bile. Ertesi gün birlikte alışveriş yapmak
ve gelecekteki ticari ilişkilerimiz hakkında konuşmak için sözleştik. Aldığım
diplomasi eğitimi çok işe yaramıştı. Onlar için hem güçlü bir müttefik hem de
iyi bir iş ortağı olacağımıza inandırmıştım mıhtarı. Beni hemen bir otele
yerleştirdiler. Hava iyice karardığında odadaki masadan, gece lambasından ve
sandalyeden gizlice, otelin penceresinden kaçmayı başardım. Uzay gemime atlayıp
yol boyunca yazacağım raporu planladım.
Sonra da tahmin edeceğiniz gibi gezegeni ele geçirdik. Yerleştiğimizde
pazarlığımıza uygun olarak bana toprak verdiler, uzun sayılabilecek bir süre
orada yaşadım. Bir süre sonra yeni gezegenimiz NewDerthal’in de tadı kalmadı,
zaten büyük bir hızla dünyanın gelişimini ve çöküş sürecini buraya da adapte
etmiştik. Ben de daha fazla değer kaybetmeden toprağımı sattım, yeniden keşif
yolculuklarına çıkmaya başladım. Henüz buna benzer bir gezegenle karşılaşmış
değilim ama ölmeden önce mutlaka bir tane daha bulacağım ve ona kendi ismimi
vereceğim.
27 Ekim 2011 Perşembe
yedik onu biz.
bu yazının başlığı "duble vergi, duble yol" da olabilirdi. tahmin ettiğiniz gibi konumuz 1999'dan beri toplanan deprem vergilerinin nereye gittiği. bunca yıldır devlet elini cebimize soktuğunda sessizce küfür ediyorduk. van depreminde yaşanan trajedi ve ardından gördüğümüz yetersizlik sonucunda açık açık eleştirmeye başlayabildik. bu konuda bir arkadaşım "halkın 11 yıl boyunca verdiğini sandığı bir şeyi, üç günde birleşip yeniden toplamasına deprem vergisi denir" demiş.
şimdi ilk şoku atlattığımız için rasyonel beyin yine devreye girmeye başladı, sorular yükseliyor. insanlar sosyal ve asosyal medyalarda bunu sorup duruyorlar. devletin resmi televizyonu trt, daha soru gelirken sağ kanattan defansa yöneliyor ve nazikçe teşekkür ederek golü engellemeye çalışıyor. ama kale kabak gibi ortada, kaleci herkesin başka tarafa baktığını teyit etmek için etrafı inceliyor ve beklenen son gerçekleşiyor. haber videosu artık facebook ağlarıyla buluşuyor.
bu kadar soru yükselince maliye bakanı açıklama yapma gereği duyuyor. "biz sizin deprem için ödediğiniz vergileri depremle ilgili güçlendirme ve telafi çalışmalarına harcamadık, bunun yerine sağlık, eğitim, duble yollar ve demir yolları için kullandık" diyor. çünkü biz zaten deprem bölgesinde yaşamıyoruz. çünkü biz 12 yıl önce şehirleri dümdüz eden, kurtarma, yardım ve telafi çalışmalarında yetersiz kaldığımız bir depremle karşılaşmadık. 12 yıl önce olan şey ders yerine vergi almamız gereken bir durumdu.
tabii sonra insanlar başka bir şey de soruyor. diyorlar ki, "deprem vergisini bunlara harcadınız, onun dışında aldığınız vergilerimiz ne oldu peki?"
bu sorunun üzerinde özellikle duruyorlar; çünkü türkiye'de herkes kusursuz sağlık hizmeti alsa (en azından devletten korkup özel sigorta şirketlerine para yedirmeyecek kadar), eğitim parasız olsa (hatta parasız eğitim isteyenler 18 aydır hapiste yargılanmayı bekliyor olmasa*), memleketin tüm okulları ve her okulun eğitimi aynı kalite standartlarını karşılasa, o çok övünülen duble yollar doğu'da saatlerce çamurda yürüp okula gitmeye çalışan çocukların işine yarasa belki herkes "aferin, helali hoş olsun" diyecek. ama diyemiyoruz. "helal etmiyorum" demenin de bir işe yaramadığını görüyoruz. ve ben merak ediyorum, devlete bu ek vergilerle ilgili dava açsam ne olur acaba?
konuyla ilgili daha aydınlatıcı bir yazı şurada bulunuyor. hangi haracın hangi isim altında kesildiğini merak edenler buyursunlar.
* bunlar olurken deniz feneri hırsızlarının 3 ay içeride kalıp "tutuklamaların cezaya dönüştüğü" gerekçesiyle sessiz sedasız serbest bırakıldığını biliyor muydunuz?
bir diğer gündem maddemiz olan "yaşarken diktatör, ölünce badem gözlü" addedilmiş kaddafi'ye kısaca değinmek istiyorum. yine facebook'ta kaddafi'nin nasıl bir diktatör olduğunu anlatan bir video dolaşıyor. bu videoyu libya halkının nankörlüğünün bir göstergesi olarak yorumlayanlar vardır mutlaka. ben bunu sonradan olanları da göz önünde bulundurarak libya halkının bağırsaklarında birikmiş gaz şeklinde yorumluyorum.
videoda yer alan, libya halkının bolluk ve bereket içinde yaşadığını anlatan veriler kaddafi'yi daha az diktatör yapmıyor. maddi refaha rağmen bu halkın kendi kararlarını alabilen, demokratik bir toplum olduğunu söyleyemeyiz. ama görüyoruz ki adamlar zaten demokrasi falan istemiyormuş. hatta savunmasız kalmış yaralı bir adamı vahşice linç etmeleri kendilerinin de insaniyet açısından, kendi insanını gözünü kırpmadan öldürebilen kaddafi'den daha üstün olmadıklarını gösteriyor.
o zaman, madem devrimi özgürlük için yapmadınız, kimin gazına geldiniz de böyle ayaklandınız diye sormak sanırım çok yanlış olmaz. madem böyle medeniyetten nasibini almamış bir sürüydünüz, ne diye çobanınızı öldürüp kendinizi kurtlara teslim ettiniz? bu kadar kan boşuna mı aktı?
hayır, boşuna akmadı. en azından kanla beslenen petrol ve maden çıkarma şirketlerinin, bankaların, inşaat firmalarının, çeşitli marka zincirlerinin libya'ya giriş vizesi olarak çok işe yaradı. aldıkları gazla diktatörlük sonrası rejim için hiçbir hazırlık yapmayan, ırak ve somali örneklerinden hiç ders almayan halk bu ani geçişin sonuçlarıyla henüz karşılaşmış değil. yargısız infaz ettikleri kaddafi'nin yerine avrupa ve amerika geçtiğinde, "biz bu devrimi neden yapmıştık ki?" diye düşünmek için belki de çok geç olacak.
bu doğrudan erdoğan'ı eleştiren bir yazı olmayacaktı ama onun kaddafi kadar bile sevilecek bir yönetici olmadığını söyleyerek bitirebilirim. ileri demokrasiyle alttan alta faşoluğun yolunu yapan, büyüdüğünü belirttiği türk ekonomisinin halka etkisi konusunda "büyük diktatör" kaddafi'nin yanına bile yaklaşamayan başbakan, bu halkın gözünün açılmasından kork. kalan %50 aynı tas, aynı hamam devam etmememiz için elinden geleni yapıyor.
şimdi ilk şoku atlattığımız için rasyonel beyin yine devreye girmeye başladı, sorular yükseliyor. insanlar sosyal ve asosyal medyalarda bunu sorup duruyorlar. devletin resmi televizyonu trt, daha soru gelirken sağ kanattan defansa yöneliyor ve nazikçe teşekkür ederek golü engellemeye çalışıyor. ama kale kabak gibi ortada, kaleci herkesin başka tarafa baktığını teyit etmek için etrafı inceliyor ve beklenen son gerçekleşiyor. haber videosu artık facebook ağlarıyla buluşuyor.
bu kadar soru yükselince maliye bakanı açıklama yapma gereği duyuyor. "biz sizin deprem için ödediğiniz vergileri depremle ilgili güçlendirme ve telafi çalışmalarına harcamadık, bunun yerine sağlık, eğitim, duble yollar ve demir yolları için kullandık" diyor. çünkü biz zaten deprem bölgesinde yaşamıyoruz. çünkü biz 12 yıl önce şehirleri dümdüz eden, kurtarma, yardım ve telafi çalışmalarında yetersiz kaldığımız bir depremle karşılaşmadık. 12 yıl önce olan şey ders yerine vergi almamız gereken bir durumdu.
tabii sonra insanlar başka bir şey de soruyor. diyorlar ki, "deprem vergisini bunlara harcadınız, onun dışında aldığınız vergilerimiz ne oldu peki?"
bu sorunun üzerinde özellikle duruyorlar; çünkü türkiye'de herkes kusursuz sağlık hizmeti alsa (en azından devletten korkup özel sigorta şirketlerine para yedirmeyecek kadar), eğitim parasız olsa (hatta parasız eğitim isteyenler 18 aydır hapiste yargılanmayı bekliyor olmasa*), memleketin tüm okulları ve her okulun eğitimi aynı kalite standartlarını karşılasa, o çok övünülen duble yollar doğu'da saatlerce çamurda yürüp okula gitmeye çalışan çocukların işine yarasa belki herkes "aferin, helali hoş olsun" diyecek. ama diyemiyoruz. "helal etmiyorum" demenin de bir işe yaramadığını görüyoruz. ve ben merak ediyorum, devlete bu ek vergilerle ilgili dava açsam ne olur acaba?
konuyla ilgili daha aydınlatıcı bir yazı şurada bulunuyor. hangi haracın hangi isim altında kesildiğini merak edenler buyursunlar.
* bunlar olurken deniz feneri hırsızlarının 3 ay içeride kalıp "tutuklamaların cezaya dönüştüğü" gerekçesiyle sessiz sedasız serbest bırakıldığını biliyor muydunuz?
bir diğer gündem maddemiz olan "yaşarken diktatör, ölünce badem gözlü" addedilmiş kaddafi'ye kısaca değinmek istiyorum. yine facebook'ta kaddafi'nin nasıl bir diktatör olduğunu anlatan bir video dolaşıyor. bu videoyu libya halkının nankörlüğünün bir göstergesi olarak yorumlayanlar vardır mutlaka. ben bunu sonradan olanları da göz önünde bulundurarak libya halkının bağırsaklarında birikmiş gaz şeklinde yorumluyorum.
videoda yer alan, libya halkının bolluk ve bereket içinde yaşadığını anlatan veriler kaddafi'yi daha az diktatör yapmıyor. maddi refaha rağmen bu halkın kendi kararlarını alabilen, demokratik bir toplum olduğunu söyleyemeyiz. ama görüyoruz ki adamlar zaten demokrasi falan istemiyormuş. hatta savunmasız kalmış yaralı bir adamı vahşice linç etmeleri kendilerinin de insaniyet açısından, kendi insanını gözünü kırpmadan öldürebilen kaddafi'den daha üstün olmadıklarını gösteriyor.
o zaman, madem devrimi özgürlük için yapmadınız, kimin gazına geldiniz de böyle ayaklandınız diye sormak sanırım çok yanlış olmaz. madem böyle medeniyetten nasibini almamış bir sürüydünüz, ne diye çobanınızı öldürüp kendinizi kurtlara teslim ettiniz? bu kadar kan boşuna mı aktı?
hayır, boşuna akmadı. en azından kanla beslenen petrol ve maden çıkarma şirketlerinin, bankaların, inşaat firmalarının, çeşitli marka zincirlerinin libya'ya giriş vizesi olarak çok işe yaradı. aldıkları gazla diktatörlük sonrası rejim için hiçbir hazırlık yapmayan, ırak ve somali örneklerinden hiç ders almayan halk bu ani geçişin sonuçlarıyla henüz karşılaşmış değil. yargısız infaz ettikleri kaddafi'nin yerine avrupa ve amerika geçtiğinde, "biz bu devrimi neden yapmıştık ki?" diye düşünmek için belki de çok geç olacak.
bu doğrudan erdoğan'ı eleştiren bir yazı olmayacaktı ama onun kaddafi kadar bile sevilecek bir yönetici olmadığını söyleyerek bitirebilirim. ileri demokrasiyle alttan alta faşoluğun yolunu yapan, büyüdüğünü belirttiği türk ekonomisinin halka etkisi konusunda "büyük diktatör" kaddafi'nin yanına bile yaklaşamayan başbakan, bu halkın gözünün açılmasından kork. kalan %50 aynı tas, aynı hamam devam etmememiz için elinden geleni yapıyor.
19 Ekim 2011 Çarşamba
iki satır
öğlene kadar sadece haberleri okuyup "hala böyle konuşmaya nasıl yüz buluyorlar?" diye düşündüm. öğleden sonra iki satır yazmamı gerektiren iş geldi: x sayfasında yayınlanmak üzere terörü kınayan, fazla suya sabuna dokunmayan bir şey yazabilir miydim?
bir ya da iki cümle, daha fazlası değil. yazdım, sildim, yeniden yazdım. böyle birkaç dakika geçti. o zamana kadar bana belli bir mesafede durmuş anneler, babalar, kardeşler, çocuklar, eşler ve sevgililer kulağıma fısıldamaya başladılar. ne "vatan sağolsun" dediler, ne de "leşlerinize tüküreceğim orospu çocukları". benim hiç yaşamadığım, hiç yaşamak istemediğim öyle bir acıyı fısıldadılar ki kulağıma, kelimelerin anlamı kalmadı, söylenebilecek her şey gözlerimden akmaya başladı.
herkesin bu konuda bir yorumu var. sosyal medya bugün nefret söylemleriyle kaynıyor, insanlar sokaklarda, kadınlar askere alınmak istiyor. pek çok kişinin çözüm önerisi var. ya uzlaşmaya ya da 30 yıldır kazananı olmamış savaşa destek veriyor. bugün herkes çok ama çok konuşuyor, bağırıyor, öfke kusuyor. yarın, iki gün sonra, bir hafta sonra bugün konuşanların çok azı ne dediğini hatırlayacak. 30 yıldır olduğu gibi sözün bittiği yerde kalacağız, kemiğe dayanmış bıçak ileri ya da geri gitmeyecek. bazılarımız unutacak. bazılarımız ancak yeri geldiğinde iki kelam etmeye çalışacak.
çok boktan bir dünyada yaşıyoruz. çok boktan zamanlar. bu sadece iktidar, muhalefet, türk, kürt, asker, terörist işi değil. bireylerden öte, insanlığı, gezegendeki canlı yaşamı tehdit eden, yok eden bir anlayış çarpıklığı bu. benim insanlığa dair en ufak bir umudum yok, kendi kusmuğumuzda boğulacağız. ama sağduyulu, vicdan sahibi, silahların sadece yok etmeye yaradığının bilincinde olan bir avuç insan belki o korkunç sonu erteleyebilir.
gidenler çok üzücü bir şekilde gitti. bu kez de bulaşmadan, uzaktan izleyecektim. iş kaleme düşünce, azıcık yaklaşmak gerekince, terörü bitirmek için atılması gereken adımları yazmak gelmiyor insanın içinden. iyi ki de hala vatan için ölmeyi normal bir şeymiş gibi kabul edemiyorum. istemesem de, ancak milyonda birini hissetsem de, yakında silinecek olsa da o acıyı paylaşıyorum.
bir ya da iki cümle, daha fazlası değil. yazdım, sildim, yeniden yazdım. böyle birkaç dakika geçti. o zamana kadar bana belli bir mesafede durmuş anneler, babalar, kardeşler, çocuklar, eşler ve sevgililer kulağıma fısıldamaya başladılar. ne "vatan sağolsun" dediler, ne de "leşlerinize tüküreceğim orospu çocukları". benim hiç yaşamadığım, hiç yaşamak istemediğim öyle bir acıyı fısıldadılar ki kulağıma, kelimelerin anlamı kalmadı, söylenebilecek her şey gözlerimden akmaya başladı.
herkesin bu konuda bir yorumu var. sosyal medya bugün nefret söylemleriyle kaynıyor, insanlar sokaklarda, kadınlar askere alınmak istiyor. pek çok kişinin çözüm önerisi var. ya uzlaşmaya ya da 30 yıldır kazananı olmamış savaşa destek veriyor. bugün herkes çok ama çok konuşuyor, bağırıyor, öfke kusuyor. yarın, iki gün sonra, bir hafta sonra bugün konuşanların çok azı ne dediğini hatırlayacak. 30 yıldır olduğu gibi sözün bittiği yerde kalacağız, kemiğe dayanmış bıçak ileri ya da geri gitmeyecek. bazılarımız unutacak. bazılarımız ancak yeri geldiğinde iki kelam etmeye çalışacak.
çok boktan bir dünyada yaşıyoruz. çok boktan zamanlar. bu sadece iktidar, muhalefet, türk, kürt, asker, terörist işi değil. bireylerden öte, insanlığı, gezegendeki canlı yaşamı tehdit eden, yok eden bir anlayış çarpıklığı bu. benim insanlığa dair en ufak bir umudum yok, kendi kusmuğumuzda boğulacağız. ama sağduyulu, vicdan sahibi, silahların sadece yok etmeye yaradığının bilincinde olan bir avuç insan belki o korkunç sonu erteleyebilir.
gidenler çok üzücü bir şekilde gitti. bu kez de bulaşmadan, uzaktan izleyecektim. iş kaleme düşünce, azıcık yaklaşmak gerekince, terörü bitirmek için atılması gereken adımları yazmak gelmiyor insanın içinden. iyi ki de hala vatan için ölmeyi normal bir şeymiş gibi kabul edemiyorum. istemesem de, ancak milyonda birini hissetsem de, yakında silinecek olsa da o acıyı paylaşıyorum.
16 Ekim 2011 Pazar
niye bu lagaluga anlamıyorum ki.
abicim, bu zamana kadar düşünemediysen sende kabahat. devletin, aldığın maaşın yarısına vergilerle falan el koyuyorsa, sen de bu şekilde haraç kesilmesinden memnun değilsen, hayat asıl sana kolay. şimdilik hava bedava, su bedavaya yakın (bedava olanı kirli, kullanacaksan da dikkatli ol), daha ne istiyon lan it?
sigaraya paso zam yapılıyor zaten, bir süredir beş buçuktan içiyorsun diye rahat olduğunu sanma. içmezsin, olur biter. hem avrupa'da hep öyle. biz de avrupa'nın ahlakını, demokrasisini falan değil ama işimize gelen yönlerini alıyoruz, bence çoşşaane bir şey. bu kadarcık şeyle de kıçı kırık avrupa'ya yüz verdiğimizi sanma sakın. asıl avrupa birliği bize muhtaç ooooluuuum! osuruğumuzla yıkarız lan orayı istesek, mahvederiz! atara atar, gidere gider. bizde böyle!
alkol biraz daha alengirli bir durum. %50'nin başbakanı yine insaflı davranmış, az iç demiş. ama az içmeyi kabul ediyorsan cebinden gerekirse ellerini sokarak alırlar o parayı. sen sen ol, sağlığının kıymetini bil, üzüm ye, elma ye, hopla zıpla işte. azıcık bile içmezsen, azıcık bile vergi alamazlar.
o şahane porsche'n var ya, götüne girsin o senin. ha... yok mu? varsın olmasın. eğer devlete vergi ödemek istemiyorsan, küçük bir araban varsa da binmeyeceksin. biniyorsan da dünyanın en pahalı benzinini kullandığın için şikayet etmeyeceksin. yollar sürekli yapılan düzeltme çalışmaları yüzünden dört mevsim tarla gibiyse, arabanın oynamadık vidası kalmadığı için servis masrafı vergiyi aşıyorsa gıkını çıkarmayacaksın. zaten trafik yapıyorsun .mına koduumun fakiri, araba kullanmak senin neyine? o zammı da porsche'si olan adam düşünecek değil elbet; güpgüzel, zepzengin bir insan o. hem daha üçüncü köprü yapılacak, sus ve ödemeye devam et.
bu zamlarla birlikte yine milletin aklına elektrik ve doğalgaz zamları gelmiş. ayıptır. tek odanın ışığını açın, ailece oturup kaynaşın diye bunlar. tabii televizyon karşısında değil, o da elektrik yer. hem öyle bir arada yaşayınca ısınırsınız da, doğalgaz zammından çok etkilenmezsiniz. hatta iyi çocuklar olursanız bir gün şirinleri bile görebilirsiniz.
cep telefonu faturandaki vergiler bölümünü her gördüğünde kalp krizi geçiresin geliyorsa, kullanma yavrum. hem yüzyüze konuşmak daha samimi. gidin beyoğlu'nda bir kafeye, zıkkımlanın çayınızı, saatlerce konuşun. onlara da yazık hem, sigara yasağı başladığından beri doğru düzgün iş yapamıyorlar. neden? hep sizin gibi pis tiryakiler yüzünden. vefasız ipneler! sigara içilirken iyiydi de şimdi böyle mi oldunuz? hem içmeyin diyorum şu zıkkımı! cari açığımızı sigarayla kapatamazsak, başka bir yol bulunur. ne bileyim, mahmutpaşa'daki dükkanlara değil de harvey nichols'a yüksek vergi koyulur bu kez. yapılır bir şeyler. devlet düşünür onu da, sana ne? bir de üretimle, ihracatla falan mı kapatmayı düşünecekti? git allaasen. beni de burada ekonomiden çok anlarmışım gibi konuşturuyorsun...
şimdilik "alın, verin, ekonomiye can verin" gibi reklamlarla takılabilirsin. araba kullanmazsan, sigara içmezsen, alkol almazsan, telefonla falan konuşmazsan, sonra ne bileyim yaptığın işlerden vergi kaçırırsan, daha az yersen, daha çok çalışıp daha az yaşarsan alışveriş yapmak için elinde gani gani para kalır. harcamaya zaman ya da takat kalmayabilir ama onu da mı devlet düşünecek? hem yaşlandığında gerekir onlar, biriktir sen. çünkü devlet sana üç kuruş emekli maaşının yanı sıra ancak kolayca ölmemeni sağlayacak kadar sağlık hizmeti verecek ya... sonra sen bundan korktuğun için onun bunun çocuğu özel sigorta şirketlerine yıllardır prim yatırıyor olacaksın ya... sonra hastalandığında falan o sigorta şirketleri ödeme yapmamak için bin takla atacak ve bir açık bulup ödemeyecekler ya... hah, işte o zaman şimdi biriktirdiğin parayı kullanacaksın. akıllı olacaksın yani. aferin.
öyle her güzel icraatta lagaluga yapıyorsunuz ya, yanlışlardasınız annem. %50'nin başbakanı milletin tasvip etmediği hiçbir politikayla ilerlemiyor bir kere. millete ne zaman sorduklarını bilmiyorum ama sormuşlardır mutlaka. en azından %50'ye sorulmuştur, onların başbakanı ne de olsa. halkın geri kalanı seçim dönemleri ve vergi alımları dışında türkiye'den sayılmadığı için bize sorulmasını beklemiyoruz herhalde.
bak güzelim, bu ülke artık liderliğe oynuyor, tüm dünyada söz sahibiyiz, ekonomimiz ışık hızıyla büyüyor. dün 70 cent'e muhtaçtık, bugün 300 milyon dolar bağış toplayabiliyoruz. tabii bu size yansımıyor olabilir. bir avrupa'ya falan gittiğinizde (az biraz paranız varsa gidebiliyorsunuz, cazcuz yapacağınıza turları takip edin. fakirseniz de en azından alamancı olma şansınız hala var.) sizin hala medeniyetten nasibinizi almadığınızı düşünüyor olabilirler. hatta dünya meseleleriyle biraz daha ilgili olanlar türkiye'nin demokratik bir ülke olmadığını biliyor, "sizin işiniz de zor kardeş" muhabbeti yapıyor olabilirler. gösterin liderliğinizi abi, tutan mı var? avrupalı dediğin tırsaktır, devlet adamlarından belli. iki atar yaptın mı susar, anca gazetelerine falan yazıp millete şikayet ederler seni. o kadarı da olacak.
bu kadar konuştum ama aradığın tüm cevaplar bu haberde var. okumakla kalma, sakla bu haberi. birkaç yıl sonra, cüccük kadar demokrasinin yerini türkiye'nin dünya liderliğine depar atması aldığında bakarsın, "en çok palazlandığı dönem bu sanıyorduk, dahası varmış" dersin tamam mı annem? yorumlara da bakarsın hem, "%99'u müslüman olan bir ülkede alkol tüketimini bitirmek şart" diyen zihniyete de bir küfür sallarsın istersen.
ben de bu arada elimden böyle gerzek yazılar yazmak dışında bir şey gelmediği için bir sigara daha yakarım.
sigaraya paso zam yapılıyor zaten, bir süredir beş buçuktan içiyorsun diye rahat olduğunu sanma. içmezsin, olur biter. hem avrupa'da hep öyle. biz de avrupa'nın ahlakını, demokrasisini falan değil ama işimize gelen yönlerini alıyoruz, bence çoşşaane bir şey. bu kadarcık şeyle de kıçı kırık avrupa'ya yüz verdiğimizi sanma sakın. asıl avrupa birliği bize muhtaç ooooluuuum! osuruğumuzla yıkarız lan orayı istesek, mahvederiz! atara atar, gidere gider. bizde böyle!
alkol biraz daha alengirli bir durum. %50'nin başbakanı yine insaflı davranmış, az iç demiş. ama az içmeyi kabul ediyorsan cebinden gerekirse ellerini sokarak alırlar o parayı. sen sen ol, sağlığının kıymetini bil, üzüm ye, elma ye, hopla zıpla işte. azıcık bile içmezsen, azıcık bile vergi alamazlar.
o şahane porsche'n var ya, götüne girsin o senin. ha... yok mu? varsın olmasın. eğer devlete vergi ödemek istemiyorsan, küçük bir araban varsa da binmeyeceksin. biniyorsan da dünyanın en pahalı benzinini kullandığın için şikayet etmeyeceksin. yollar sürekli yapılan düzeltme çalışmaları yüzünden dört mevsim tarla gibiyse, arabanın oynamadık vidası kalmadığı için servis masrafı vergiyi aşıyorsa gıkını çıkarmayacaksın. zaten trafik yapıyorsun .mına koduumun fakiri, araba kullanmak senin neyine? o zammı da porsche'si olan adam düşünecek değil elbet; güpgüzel, zepzengin bir insan o. hem daha üçüncü köprü yapılacak, sus ve ödemeye devam et.
bu zamlarla birlikte yine milletin aklına elektrik ve doğalgaz zamları gelmiş. ayıptır. tek odanın ışığını açın, ailece oturup kaynaşın diye bunlar. tabii televizyon karşısında değil, o da elektrik yer. hem öyle bir arada yaşayınca ısınırsınız da, doğalgaz zammından çok etkilenmezsiniz. hatta iyi çocuklar olursanız bir gün şirinleri bile görebilirsiniz.
cep telefonu faturandaki vergiler bölümünü her gördüğünde kalp krizi geçiresin geliyorsa, kullanma yavrum. hem yüzyüze konuşmak daha samimi. gidin beyoğlu'nda bir kafeye, zıkkımlanın çayınızı, saatlerce konuşun. onlara da yazık hem, sigara yasağı başladığından beri doğru düzgün iş yapamıyorlar. neden? hep sizin gibi pis tiryakiler yüzünden. vefasız ipneler! sigara içilirken iyiydi de şimdi böyle mi oldunuz? hem içmeyin diyorum şu zıkkımı! cari açığımızı sigarayla kapatamazsak, başka bir yol bulunur. ne bileyim, mahmutpaşa'daki dükkanlara değil de harvey nichols'a yüksek vergi koyulur bu kez. yapılır bir şeyler. devlet düşünür onu da, sana ne? bir de üretimle, ihracatla falan mı kapatmayı düşünecekti? git allaasen. beni de burada ekonomiden çok anlarmışım gibi konuşturuyorsun...
şimdilik "alın, verin, ekonomiye can verin" gibi reklamlarla takılabilirsin. araba kullanmazsan, sigara içmezsen, alkol almazsan, telefonla falan konuşmazsan, sonra ne bileyim yaptığın işlerden vergi kaçırırsan, daha az yersen, daha çok çalışıp daha az yaşarsan alışveriş yapmak için elinde gani gani para kalır. harcamaya zaman ya da takat kalmayabilir ama onu da mı devlet düşünecek? hem yaşlandığında gerekir onlar, biriktir sen. çünkü devlet sana üç kuruş emekli maaşının yanı sıra ancak kolayca ölmemeni sağlayacak kadar sağlık hizmeti verecek ya... sonra sen bundan korktuğun için onun bunun çocuğu özel sigorta şirketlerine yıllardır prim yatırıyor olacaksın ya... sonra hastalandığında falan o sigorta şirketleri ödeme yapmamak için bin takla atacak ve bir açık bulup ödemeyecekler ya... hah, işte o zaman şimdi biriktirdiğin parayı kullanacaksın. akıllı olacaksın yani. aferin.
öyle her güzel icraatta lagaluga yapıyorsunuz ya, yanlışlardasınız annem. %50'nin başbakanı milletin tasvip etmediği hiçbir politikayla ilerlemiyor bir kere. millete ne zaman sorduklarını bilmiyorum ama sormuşlardır mutlaka. en azından %50'ye sorulmuştur, onların başbakanı ne de olsa. halkın geri kalanı seçim dönemleri ve vergi alımları dışında türkiye'den sayılmadığı için bize sorulmasını beklemiyoruz herhalde.
bak güzelim, bu ülke artık liderliğe oynuyor, tüm dünyada söz sahibiyiz, ekonomimiz ışık hızıyla büyüyor. dün 70 cent'e muhtaçtık, bugün 300 milyon dolar bağış toplayabiliyoruz. tabii bu size yansımıyor olabilir. bir avrupa'ya falan gittiğinizde (az biraz paranız varsa gidebiliyorsunuz, cazcuz yapacağınıza turları takip edin. fakirseniz de en azından alamancı olma şansınız hala var.) sizin hala medeniyetten nasibinizi almadığınızı düşünüyor olabilirler. hatta dünya meseleleriyle biraz daha ilgili olanlar türkiye'nin demokratik bir ülke olmadığını biliyor, "sizin işiniz de zor kardeş" muhabbeti yapıyor olabilirler. gösterin liderliğinizi abi, tutan mı var? avrupalı dediğin tırsaktır, devlet adamlarından belli. iki atar yaptın mı susar, anca gazetelerine falan yazıp millete şikayet ederler seni. o kadarı da olacak.
bu kadar konuştum ama aradığın tüm cevaplar bu haberde var. okumakla kalma, sakla bu haberi. birkaç yıl sonra, cüccük kadar demokrasinin yerini türkiye'nin dünya liderliğine depar atması aldığında bakarsın, "en çok palazlandığı dönem bu sanıyorduk, dahası varmış" dersin tamam mı annem? yorumlara da bakarsın hem, "%99'u müslüman olan bir ülkede alkol tüketimini bitirmek şart" diyen zihniyete de bir küfür sallarsın istersen.
ben de bu arada elimden böyle gerzek yazılar yazmak dışında bir şey gelmediği için bir sigara daha yakarım.
11 Ekim 2011 Salı
kombi o_O
lan olm, hakikaten arayıp işlettiniz mi adamı? üç buçuk aya ulaştığımız bugünlerde paramı verdi adam!
7 Ekim 2011 Cuma
gerçekler
içeriğinde bir imza olmasa bile birlikte yaşama durumu, insanın gazını kıçında düğümleyen bir olgudur. bir gün sevgiliniz size "evlenirsek bir şeylerin bozulacağından korkuyorum" derse, konunun boşaltım sistemiyle ilgili olabileceğini unutmayın.
Green Grass
Kadın rüya görüyordu. Bazen de hayal. Sanrı aşamasına ulaşması için beyninin çok yol alması, rüyalarını ve hayallerini unutması gerekecekti.
Rüyasında kadın bir mezarın başındaydı. Başını eskiden sevgilisinin kalbinin attığı yere yasladı. Kucaklamak için uzanan kolu bir avuç toprağı sardı. Yeşil çimenlerin üzerine uzandı ve onu sevdiği zamanları anımsadı.
Gel, diyordu adam toprağın altından, çekinme, yaklaş. Kadın gözleri dolu dolu - ama ağlamadan - içini çekerek uyandı. Yanında yatan adam hafif hafif horluyordu. Bir süre uyuyan adamı izledi. Sabah yine yalnız uyanacağını fark etti. Tek başına kahvaltı edeceğini, işe gideceğini ve kapıyı anahtarla açarak eve gireceğini.
İnsanı küçük şeylerin ele verdiğini düşünürdü. Ağızdan istemsizce çıkan bir kelime, dudaktaki küçük bir seyirme, unutulmuş ufak bir detay. Büyük hataları affetmek daha kolaydı, küçükler ise tam anlamıyla nifak tohumuydu. İsmini tam olarak koyamadığın için tedavisini bulamadığın bir tümör gibi, çok geç olana kadar beyninde büyüyüp dururdu. Asıl küçük şeylere dikkat etmek gerekiyordu.
Çekmecedeki şırıngayı çıkarırken kadın bunları düşünüyordu.
- o -
Polis kadının terkedildiğinden emindi. İfade verirken bile o kadar çok konuşmuş, kayıp eşini o kadar çok kötülemişti ki, polis onunla bir ömür geçirmenin kabus gibi olacağını düşünüp ürperdi. İşin kötüsü, bu kabustan uyanmanın tek yolu uyumaktı, tabii kadının en azından uyurken çenesini kapadığı varsayılırsa.
Görünüşe bakılırsa, adam düşman sahibi olamayacak kadar sıradan biriydi. Başarılı bir borsacıydı. Dünyanın tepe taklak olduğu dönemler dışında hiçbir müşterisine para kaybettirmemiş, kriz durumlarında da zararı makul düzeylerde tutmayı başarmıştı. Güzel bir arabası, güzel bir banka hesabı ve en azından paketi güzel olan bir eşi vardı. Sigara kullanmıyor, düzenli spor yapıyor, mezun olduğu okulların pilav günlerine katılmayı ihmal etmiyor, eve iş getirmek yerine ara sıra ofiste sabahlıyordu.
Kadın Uzak Doğu borsalarından bahsederken polis de adamın geceleri kim bilir nereyi ofis olarak kullandığını düşündü. Dudağının kenarı istemsizce, sadece 1 milisaniyeliğine kıpırdadı. Kadının bu kadar küçük bir hareketi gözden kaçırmaması ise dakikalarca süren bir "siz erkekler" seansının başlangıcı oldu.
Kayıp ihbarı alındıktan sonra aramaya başlamak için 24 saatin geçmesi gerekiyordu. Adam kendini alkole boğduktan sonra aptallık edip evine dönmüş olabilirdi. Polis buna pek ihtimal vermiyordu ama adam o kadınla sadece güzelliği için evlenecek kadar aptalsa, her şeyin yoluna gireceğini düşünecek kadar Polyanna ruhlu da olabilirdi. Polis, pişman olacağını bile bile teyit etmek için kadını aradı. 5 gün sürmüş gibi gelen 5 dakikalık hakaret fırtınasının ardından soruşturmayı başlattı.
Aslına bakılırsa, adamı ortadan kaldırmak isteyebilecek tek kişi eşi olabilirmiş gibi görünüyordu.
- o -
Kadın uyku tutmadığında yatakta dönüp durmak yerine kendini yormaya çalışanlardandı. Sabaha karşı uyanmışsa bahçeyle ilgilenir, gece yarısıysa bütün mutfak dolaplarını aşağı indirirdi. Sırf uykusu kaçtığı için sık sık birbirinden lezzetli yemekler yapar, hepsini yiyemediği için her hafta sokak hayvanlarına ziyafet çekerdi.
Bu gece banyo temizliğiyle başlamaya karar verdi. Küveti ve fayansları hastanelerin steril odaları kadar hijyenik hale getirdiğinde henüz yeteri kadar yorulmamıştı. Mutfağa geçip içinden bir kez bile dana eti geçmemiş kıyma makinesinde etleri hazırlamaya başladı. Uyuyakalmazsa yüzlerce köfte hazırlayacaktı. Kalın, baharatsız, %100 et köfteler. Sokak hayvanlarının bayram etmesi için onları kızartmasına bile gerek kalmayacaktı.
Bütün eti kıyma makinesinden geçirdikten sonra saate baktı. Neredeyse 4.30 olmuştu ama hala uykusu yoktu. Bahçenin mutfak penceresinden görünen kısmı hala zifiri karanlıktı ama yakında diğer taraftan güneş doğmaya başlayacaktı. Mutfak penceresi, büyük ağacın gölgesi nedeniyle bunu bir süre daha farketmeyecekti. Bahçede biri büyük, diğerleri henüz fidandan ağaca yol alan büyüklüklerde altı ağacı vardı. Büyük ağaç dışında hepsini kendisi dikmişti. Hepsini sevgiyle sulamış, gübrelemiş, ölü dallarını kimseden yardım almadan kesmişti. Ağaçlar onun hem çocuğu, hem sırdaşı hem de sevgilisiydi.
Henüz uykusu gelmediğine göre bugün sırdaşlarına bir yenisini ekleyecekti.
- o -
Polis adamın gidebileceği her yeri inceliyor, tüm tanıdıklarıyla teker teker görüşüyordu. İş yeri ve spor salonu incelemelerinde şüphe uyandıracak hiçbir şeyle karşılaşmadılar. Araştırmalar adamın telefonunu sadece eşinden azar işitmek ve işle ilgili görüşmeler yapmak için kullandığını gösteriyordu. Ayrı bir hattı bulunmuyordu, ofisinin hiçbir yerinde şüpheli notlar yoktu, randevu defteri kullanmıyordu, e-postaları özel yaşamıyla ilgili en ufak bir bilgi vermiyordu. Adamın görünürdeki sicili bebek poposu kadar pürüzsüz, başkalarıyla paylaştığı sırlar yok denecek kadar hiçti.
Polis böyle tipleri iyi bildiğini düşündü. Kusursuz erkek profili içinde robot gibi yaşıyor, 35 yaş civarında, ölüm korkusu ilk yoklamalarına başladığı sıralarda, kendilerine ne biçim bir hayatları olduğunu sorup ya çocuk yapıyor ya da evden kaçıyorlardı. Örneklerini görmüştü. Gördüğü örnekler çocuk yapanlarla, evden kaçanlar ise Rus edebiyatıyla sınırlıydı. Aklı Rus edebiyatına kaymışken, adamın bir Rus'la kaçmış olabileceğini düşünüp gülümsedi. Ufacık gülümsemesi, adamın eşinin aklına gelmesiyle birlikte yerini sıkıntılı bir somurtmaya bıraktı.
Her şeyin bu kadar normal olması anlamsızdı. Adamın ortadan kaybolması için bir neden gerekiyordu. Eşi yeterliden de büyük bir nedendi ama polis kadına gidip "bu kadar şirret olmazsanız en azından bundan sonraki evliliğinizde bir şansınız olabilir" diyemezdi. Kimsenin öldürmeye bile tenezzül etmeyeceği bu adam bir yerlerde ipucu bırakmış olmalıydı. Tek sorun, bu kadar steril bir ortamda ipucunun halı püskülü gibi görünebilecek olmasıydı.
Ofisteki araştırma ikinci kez aynı sonuçsuzlukla devam ederken adamın arabasının bulunduğu haberi geldi. Hayır, kendisi arabada değildi; hayır, anahtar da yoktu; hayır, boğuşma izine rastlanmamıştı; hayır, kendisinin ve eşinin parmak izleri dışında bir iz bulunmuyordu. Araba Levent’te bir alışveriş merkezinin otoparkındaydı. Kamera kayıtlarına göre adam eczaneye uğrayıp vitamin aldıktan sonra alışveriş merkezinden çıkmıştı. Metro kameralarında görünmüyordu ve taksiciler fotoğraftaki adamı hatırlamıyordu. Dolmuş şoförleri ise soru karşısında önce kahkaha atmış, ısrar edince, karşılarında polisin olduğunu unutturan bir refleksle levyeye uzanmışlardı.
İş yerinde ve sıkça gittiği diğer yerlerde Levent civarında oturan kişilerin listesi çıkarıldı. Bu kişilerle yapılan görüşmeler, adamın nerede olabileceği konusunda bilgi vermese de eve dönmediği gecelerde nerede olmadığını ortaya koymuştu.
Tabii eşini her fırsatta aldatıyor olması şüpheleri kadın üzerine yoğunlaştırmıştı.
- o -
Kadın her şeyden haberdardı. Müthiş bir gözlemciydi, yüzleri okumasını iyi bilirdi. Bir yüzüğün ne zaman çıkarıldığını, bir kokunun kimden kaldığını, "canım" kelimesindeki tonlama farklarını şıp diye anlayabiliyordu.
Polisin soruşturması yavaş yavaş ilerliyordu, şimdilik her şey yolunda gidiyordu. Adamın, hiç iz bırakmasa da ne mal olduğunu çözmeyi başarmışlardı. Nasıl iz bırakmadığı onlar için hala muammaydı ama kadın bunu da biliyordu. Adam telefon numaralarını ve adresleri büyük, dopdolu, karalanmış kağıtlara yazıp ezberler, ofisten çıkarken mutlaka tüm kağıtları parçalama makinesinden geçirirdi. Birlikte olacağı kadınları genellikle aramazdı, çok gerekiyorsa telefon kulübelerini kullanırdı. Arabasını ilgisiz bir yere park ettikten sonra ara sokaklarda uzun uzun yürür, kameralara yakalanmamaya özen gösterir, alakasız bir yerden taksiye binerdi.
Pek sık yalan söylemezdi, kadınlar berbat bir evliliğinin olduğunu bildikleri için onu yataklarına kabul ederlerdi. Eğer ortaya çıkarsa, karısının onu uyurken öldüreceğini söylerdi. Bu yüzden hiçbir kadını arabasına almaz, hiçbiriyle birlikte görünmez, kadınların evine girdiği anda soyunup giysilerini paketlerdi. Sabah mutlaka kendi şampuanıyla duş alır, üzerinde kendisininki dışında hiçbir kokunun kalmamasına özen gösterirdi. Kuşlar ve çocuklar da dahil olmak üzere evcil hayvan besleyen hiçbir kadınla ilişkisi olmamıştı. Prezervatiflerini kadınlara aldırır, işler yolunda gitmeyecek gibi olursa yavru köpek bakışlarıyla yaşadığı stresi anlatır, kapıdan son kez çıkarken teşekkür eder ama son bir öpücük vermezdi.
Kadın, adamın başına gelen her şeyi hakettiğini düşünüyordu. Onu hiç sevmemişti. Birlikteliklerinin tek amacı plana uygun olmasıydı.
Saat geç olmuştu. Polisle yüzyüze görüşmeler birkaç gün daha sürecekti. Daha fazla kalamayacağını söyledikten sonra evine döndü. Son sevgilisi bahçesinde su, gübre ve sevgi beklemekteydi.
- o -
Yüzyüze görüşmelere devam ettikçe polisin adama olan tiksintisi artıyordu. Tek gecelik ilişkilere karşı değildi, iki tarafın da birbirini kullanmasıyla sorunu yoktu. Evli olmasaydı her gecesini başka bir kadınla geçireceğini düşünüyor, eşini sevdiği için ona sadık olduğuna kendini inandırmaya çalışıyordu. Elbette asıl sorun tipinin, mesleğinin ve ekonomik durumunun bunu imkansız kılmasıydı ama testesteron içerikli hayaller gerçeğe çok az yer bırakıyordu.
Adama duyduğu tiksintinin ise hayalleriyle pek ilgisi yoktu, onun gibi olmak istemiyordu. Bu adam flörtün başında karizmatik, ortasında müteşekkir, sonunda ise resmen acınası oluyordu. Tabii kadınların algısı çok farklıydı. Onlar adama bu zor günlerinde destek olmaya çalışırken, ne olduğunu anlamadan aralarında bir elektriklenme oluyor ve her ikisi de çok yanlış olduğunu bildikleri halde, suçluluktan ne yapacaklarını şaşırıp kendilerini yatakta buluyorlardı.
Adam herhalde oyunculukta da başarılıydı ve ağzı iyi laf yapıyordu. Kadınlar ise bu numaralara akıl almaz bir şekilde kanıyor, adama en ufak bir sorumluluk yüklemiyor, hatta onu koruyorlardı. Tanıştıklarında burnundan kıl aldırmayan adam nasıl oluyordu da üç gün sonra sırdaş kesiliyor, eşiyle yaşadığı problemleri ilk kez birine anlatıyor, bir hafta içinde ise acı içinde kıvranan bir kedicikten Energizer tavşanına dönüşüyordu? Polis asıl kadınları anlamıyordu.
Mesai biteli çok olumuştu ve kalan son üç kadın evlerine dönmüştü. Polis bu işi olabildiğince çabuk bitirmek istiyordu ve yarını beklemeyecekti. Kadınları evlerinde ziyaret etmeye karar verdi.
- o -
Kadın hazırladığı köfteleri Sarıyer’in neredeyse bütün sokaklarına dağıtmış, bir tane bile aç hayvan bırakmamıştı. Evine dönüp bahçesini suladıktan sonra geceliğini giydi ve kitabını eline aldı. En geç bir saat sonra göz kapakları ağırlaşacak, birkaç saat sonra uyanmak üzere duvarlara tutunarak, yarı kapalı gözlerle yatağına gidecekti.
Polis kapıda olmasaydı tam olarak bunu yapacaktı.
Geceliğinin, daha doğrusu incecik kombinezonunun üstüne sabahlık giymemişti. Polis rahatsız ettiğini, daha uygun bir zamanda gelebileceğini söylediği halde onu oturma odasına davet etti. Bir süre adam hakkında konuştular. Sonra biraz da kitaplar hakkında. Ve biraz da bahçe ve ağaçlar hakkında. Kadın polisin yüzünü inceliyordu, gözleri sık sık dudaklarına takılıyordu. Hayat hakkında konuştular. Sonra adamın eşi ve bekar olmanın güzellikleri hakkında. Ve yalnızlık hakkında. Kadın polisin elmacık kemiğindeki olmayan lekeyi sildi. Yanağındaki elini yavaşça çenesine doğru indirdi. Gözleri polisin dudaklarından pantolonuna kaydı.
Polis kadının evine basit bir sorgu için gitmişti oysa. Karşısına kombinezonla çıkacağını, kokusuyla başını döndüreceğini, sohbetiyle soruşturmayı unutturacağını, çayına afrodizyak sıvılar damlatacağını tahmin etmemişti. Soruşturmanın sağlıklı yürümesi açısından birkaç kez gitmeye yeltendiyse de kadının ilk temasından itibaren temel içgüdü etkisine girmişti. Bu gece onun için beklediğinden de yorucu geçecekti.
Enerjisini en çok sömürecek kısım koltuktan kalkmak, kadının kendisine tekrar dokunmasına izin vermeden evden çıkmak ve kasıklarındaki zonklamaya rağmen gözünü yoldan ayırmayıp eve gitmek olacaktı. Kurduğu tüm hayallere rağmen hiçbir kadının - polis fetişisti olsa bile - ilk görüşte kucağına atlamayacağını biliyordu. Anlam veremediği küçük detaylar nedeniyle, adamın kayboluşunun kadınla ilgili olduğuna inanıyor ama beynindeki bütün kan alt katlara indiği için sonuca varamıyordu. Soruşturmaya başka zaman devam edecekti. Öncelikle evine gidip eşiyle sevişmesi gerekiyordu.
Kadın polisin ardından kapıyı kapatırken, onu öldürmek zorunda kalmadığı için memnundu. O gece birlikte olsalardı polisin eşi için üzülecekti, çünkü polis konuşma süresince evliliğindeki tatminsizliği ima bile etmemişti. Aklından geçen tüm senaryolara rağmen, diğerleri gibi avcı değildi.
Bahçeye çıkıp öfkeli bir fısıltıyla eski sevgililerine "örnek alın biraz," dedi, "bu halinizle bile polenlerinizi etrafa yaymadan duramıyorsunuz." Adamın kemiklerinin üzerine diktiği fidana yaklaştı. Yapraklarını okşarken, eşinin tüm çirkefliğine rağmen şimdi çok üzgün olduğunu, onu aldatarak değil ama ortadan kaybolarak intikamını aldığını anlattı.
Sonra büyük ağacın altındaki yeşil çimenlere uzandı. Başını eskiden eşinin kalbinin attığı yere yasladı. Kucaklamak için uzanan kolu bir avuç toprağı sardı. "Her şey seninle başladı" derken, onu sevdiği zamanları anımsadı.
4 Ekim 2011 Salı
kombi!*?&!^*
bu sabah 8.30 civarında sinirden köpürerek uyandım. ilgili bir rüya mı görmüştüm yoksa sinirlerim bambaşka bir şeye mi bu tepkiyi veriyordu bilmiyordum, tekler ısıtma-soğutma isimli kombi servisini havaya uçuracak kadar delirmiştim. tabii bu aşamaya nasıl geldiğimi anlatmam gerekiyor.
3 ay önce kombi bozuldu. sevdiğimiz yaz sporlarından biri soğuk suya girip çıkmak olsa da bunu duşta yapmamayı tercih ediyoruz, bu nedenle servis çağırmam gerekti. gözüme kombiyle ilgili herhangi bir belge çarpmadığı için google'dan vaillant florya servisi gibi bir şey aradım. çünkü salağım ve adamların vaillant.com.tr'de ikamet edebilecekleri bir türlü aklıma gelmiyor. çünkü kombi servisini tesisatçı gibi bir şey sanıyorum ve vaillant'ın kurumsal bir yer olduğu da aklıma gelmiyor. çünkü dediğim gibi, bazen cidden salak olabiliyorum. ilk çıkan siteye tıklayıp sayfanın yarısı büyüklüğünde vaillant logosunu ve çağrı merkezi numarasını görünce de ancak "vay anam, görgüsüzlere bak! logoyu büyütelim anlayışında son nokta!" diyebildim, başka da bir şeyden şüphelenmedim. sonuçta herhangi bir üçüncü partiyle ilgili bilgi de yok ortada.
arayıp servisi çağırdım. özel servis olduklarını ve 35 tl ücret alacaklarını söylediler, kabul ettim, ertesi gün gelmelerini beklemeye başladım. akşam da kardeşim hali hazırda bozuk olan kombiyle oynamış, su damlatır hale getirmeyi başarmış. ama ben hala rahatım çünkü ertesi gün adamlar gelip tüm sorunlarımızı hünerli dokunuşlarıyla çözecekler diye umuyorum.
geldiler, bir şeyler yaptılar, yaklaşık 200 tl tutarında bir fatura çıkardılar önüme. aklımdan "n'aaptınız olm siz?!" diye geçirdiysem de baktım sıcak su akıyor, paralarını verip teşekkür ettim. akşam babama durumu anlattığımda "bizim servis sözleşmemiz vardı, para almamaları gerekiyordu" dedi, bambaşka bir dosyada duran belgeleri falan gösterdi. sağlık olsun dedim, bir dahaki sefere bunları çağıracağımı öğrenmiş ve biraz para kaybetmiş oldum. akılsız başımın dersini alması dert değil, ne de olsa kombi çalışıyor ya...
ama nah çalışıyor. su yine soğuk, alet yine aynı hatayı veriyor ve ulan yavşaklar, su ayarıyla biraz oynadığımda ben de beş dakikalık düzelme sağlıyordum kombide.
adamları tekrar çağırmayı düşündüysem de ailem benden erken davranmış, anlaşmalı olduğumuz yetkili servisi çağırmış. (yetkili servis ve özel servis arasındaki farkı da böylece öğrenmiş oldum, birincilik telini hak ettim bence.) adamlar gelip fazla uğraşmadan sorunu çözdüler, hatta bununla da kalmayıp "iyi de bu adamlar parça falan değiştirmemiş ki, bu bizim orijinal parçamız, siz tabure falan getirmek için yanlarından ayrıldığınızda silip aynen takmışlar" şeklinde göz yaşartıcı bir bilgi de verdiler.
elimde üzerinde vaillant yerine tekler ısıtma-soğutma yazan faturayla adamları aradım. bana fatura ettikleri hiçbir şeyi yapmadıklarını, bu yüzden paramı geri istediğimi söyledim. adam "ama o kadar uğraştık, gördünüz" dedi. nezaketimi kaybetmeden, sabırla açıklamaya çalıştım. bizim kapıcıyı çağırsam o da sizin kadar uğraşacak ve tamir edemeyince bu kadar para almayacaktı dedim. adam sonunda işi vicdanıma bıraktı, ben de telefonu kapadıktan sonra kötü adam gülüşü yapmamaya gayret ederek paranın hesabıma yatırılmasını bekledim. tabii bu arada 35 liralık servis ücretini istemiyorum, sadece yapmadıkları şeylerin parasını ödemelerini rica ediyorum.
önce haftalık, sonra günlük, en sonunda da 15 dakikada bir aramalarım sonucunda mıncık beyinlilere ulaştım, iki kez banka hesap numaramı verdim, iki kez "bugün öğleden sonra ödemeniz yapılacak" sözü aldım ama sıçtığımın 153 lirası hala hesabıma yatırılmadı. iki buçuk ay sonra patron olduğunu sandığım şadan diye birinin numarasını verdiler (burada arayıp işletmek isteyenler içinnumara yazıyordu ama ödemeyi alınca sildim) ama adama ulaşmam pek mümkün olmadı. daha doğrusu, genellikle telefona cevap vermemekle birlikte, olur da açarsa ya cenazede, ya toplantıda ya da hastanede oluyor şerefsiz. ben de "amaaan boşver" diyebilecekken sadece iş inada bindiği için arayıp duruyorum. bugün de böyle öfkeyle uyanınca en azından yazıp kafamı boşaltmaya karar verdim.
elimdeki bütün numaralarını pornografik dergilere "şişme kadınlarda inanılmaz indirim! hemen arayın!" şeklinde ilan olarak mı versem diye düşünüyorum ama onları da arayan var mıdır bilemiyorum ki. o kadar ilan verdikten sonra sadece üç kişinin arayıp "he pardon, yanlış numara" deme ihtimali de var. bir de zaten arasalar benim nereden haberim olacak, içim nasıl rahatlayacak?
bunlar bir yana, gidip adamların yüzüne tükürme şansım olsa daha iyi hissederdim sanırım. alnına koduğumun yavşakları.
3 ay önce kombi bozuldu. sevdiğimiz yaz sporlarından biri soğuk suya girip çıkmak olsa da bunu duşta yapmamayı tercih ediyoruz, bu nedenle servis çağırmam gerekti. gözüme kombiyle ilgili herhangi bir belge çarpmadığı için google'dan vaillant florya servisi gibi bir şey aradım. çünkü salağım ve adamların vaillant.com.tr'de ikamet edebilecekleri bir türlü aklıma gelmiyor. çünkü kombi servisini tesisatçı gibi bir şey sanıyorum ve vaillant'ın kurumsal bir yer olduğu da aklıma gelmiyor. çünkü dediğim gibi, bazen cidden salak olabiliyorum. ilk çıkan siteye tıklayıp sayfanın yarısı büyüklüğünde vaillant logosunu ve çağrı merkezi numarasını görünce de ancak "vay anam, görgüsüzlere bak! logoyu büyütelim anlayışında son nokta!" diyebildim, başka da bir şeyden şüphelenmedim. sonuçta herhangi bir üçüncü partiyle ilgili bilgi de yok ortada.
arayıp servisi çağırdım. özel servis olduklarını ve 35 tl ücret alacaklarını söylediler, kabul ettim, ertesi gün gelmelerini beklemeye başladım. akşam da kardeşim hali hazırda bozuk olan kombiyle oynamış, su damlatır hale getirmeyi başarmış. ama ben hala rahatım çünkü ertesi gün adamlar gelip tüm sorunlarımızı hünerli dokunuşlarıyla çözecekler diye umuyorum.
geldiler, bir şeyler yaptılar, yaklaşık 200 tl tutarında bir fatura çıkardılar önüme. aklımdan "n'aaptınız olm siz?!" diye geçirdiysem de baktım sıcak su akıyor, paralarını verip teşekkür ettim. akşam babama durumu anlattığımda "bizim servis sözleşmemiz vardı, para almamaları gerekiyordu" dedi, bambaşka bir dosyada duran belgeleri falan gösterdi. sağlık olsun dedim, bir dahaki sefere bunları çağıracağımı öğrenmiş ve biraz para kaybetmiş oldum. akılsız başımın dersini alması dert değil, ne de olsa kombi çalışıyor ya...
ama nah çalışıyor. su yine soğuk, alet yine aynı hatayı veriyor ve ulan yavşaklar, su ayarıyla biraz oynadığımda ben de beş dakikalık düzelme sağlıyordum kombide.
adamları tekrar çağırmayı düşündüysem de ailem benden erken davranmış, anlaşmalı olduğumuz yetkili servisi çağırmış. (yetkili servis ve özel servis arasındaki farkı da böylece öğrenmiş oldum, birincilik telini hak ettim bence.) adamlar gelip fazla uğraşmadan sorunu çözdüler, hatta bununla da kalmayıp "iyi de bu adamlar parça falan değiştirmemiş ki, bu bizim orijinal parçamız, siz tabure falan getirmek için yanlarından ayrıldığınızda silip aynen takmışlar" şeklinde göz yaşartıcı bir bilgi de verdiler.
elimde üzerinde vaillant yerine tekler ısıtma-soğutma yazan faturayla adamları aradım. bana fatura ettikleri hiçbir şeyi yapmadıklarını, bu yüzden paramı geri istediğimi söyledim. adam "ama o kadar uğraştık, gördünüz" dedi. nezaketimi kaybetmeden, sabırla açıklamaya çalıştım. bizim kapıcıyı çağırsam o da sizin kadar uğraşacak ve tamir edemeyince bu kadar para almayacaktı dedim. adam sonunda işi vicdanıma bıraktı, ben de telefonu kapadıktan sonra kötü adam gülüşü yapmamaya gayret ederek paranın hesabıma yatırılmasını bekledim. tabii bu arada 35 liralık servis ücretini istemiyorum, sadece yapmadıkları şeylerin parasını ödemelerini rica ediyorum.
önce haftalık, sonra günlük, en sonunda da 15 dakikada bir aramalarım sonucunda mıncık beyinlilere ulaştım, iki kez banka hesap numaramı verdim, iki kez "bugün öğleden sonra ödemeniz yapılacak" sözü aldım ama sıçtığımın 153 lirası hala hesabıma yatırılmadı. iki buçuk ay sonra patron olduğunu sandığım şadan diye birinin numarasını verdiler (burada arayıp işletmek isteyenler içinnumara yazıyordu ama ödemeyi alınca sildim) ama adama ulaşmam pek mümkün olmadı. daha doğrusu, genellikle telefona cevap vermemekle birlikte, olur da açarsa ya cenazede, ya toplantıda ya da hastanede oluyor şerefsiz. ben de "amaaan boşver" diyebilecekken sadece iş inada bindiği için arayıp duruyorum. bugün de böyle öfkeyle uyanınca en azından yazıp kafamı boşaltmaya karar verdim.
elimdeki bütün numaralarını pornografik dergilere "şişme kadınlarda inanılmaz indirim! hemen arayın!" şeklinde ilan olarak mı versem diye düşünüyorum ama onları da arayan var mıdır bilemiyorum ki. o kadar ilan verdikten sonra sadece üç kişinin arayıp "he pardon, yanlış numara" deme ihtimali de var. bir de zaten arasalar benim nereden haberim olacak, içim nasıl rahatlayacak?
bunlar bir yana, gidip adamların yüzüne tükürme şansım olsa daha iyi hissederdim sanırım. alnına koduğumun yavşakları.
26 Eylül 2011 Pazartesi
yavrulamalar
bir hafta önce yeni bebeğimiz oldu bizim. kendisi bir kedi. simsiyah gibi ama beyaz bikinisi var. bazen yemek istiyoruz.
anneler yavrularının fotoğraflarını hemen facebook'ta paylaşıyor ya, ben de öyle hisseder miyim diye düşünüp bunu yazdım. hala annesel durumları anlamıyormuşum, buna karar verdim.
ilk iki gün kapu bol bol tısladı. bu salak da çok korkaktı, sürekli dolapların altına saklanıyordu. sonra alıştılar birbirlerine. kapu'nun kuyruğu miniğin en sevdiği oyuncak oldu. kapu da onu feci şekilde korumaya başladı. bazen bize bile diş gösteriyor.
24 Eylül 2011 Cumartesi
ve inci televizyonu keşfetti.
birkaç gündür babaannem bizde misafir. genellikle evlilik ve benim beslenmem üzerine konuşuyoruz. kahvaltı ettim mi, hala evlenmiyor muyum, gün içinde yemek yedim mi, neden evlenmiyorum? kurban bayramını da atlattıktan sonra evlilik muhabbetini bir süre hayatımdan çıkarmış olacağım. şimdilik babaannemi evliliğin mantıksızlığına ikna etmeye çalışıyorum. benim evlenmemin saçmalığını kendi sözleriyle de kabul etmiş durumda ama gerekliliğine inancını henüz sarsamadım.
dün gece ailem evde değildi. babaannemi yalnız bırakmak istemedim. birlikte gerçekleştirebileceğimiz en zararsız aktivite televizyon izlemek olacaktı, nitekim, adını feriha koydum isimli gudik diziyi izledik. kardeşim eve geldiğinde dizinin ismi put the feriha on the table'a varan bir çeşitliliğe ulaşmıştı. ama konu hala aynıydı ve ben her nasılsa bir bölüm izleyerek dizinin geçmişini, mevcut durumunu ve geleceğini çözmüştüm bile. kafamda samimiyet üzerine yorumlar yapar, feriha'yı farklı senaryolara yerleştirirken reklamlar başladı.
oh bebek... ben görmeyeli mavi jeans'in reklamcıları yine kendilerini aşmış, kıvanç tatlıtuğ antipatikliğini ikiye katlamıştı. reklamda marangozluğun vahşi cazibesinden, bir hapşırığın doğurduğu çılgın hislenmelere kadar her şey vardı. ve ben, birkaç yıldır reklam yazarlığı yapan ben, inci vardar, hiçbir zaman bu kadar yaratıcı olamayacağımı bir kez daha fark edip kıvanç tatlıtuğ'u levyeyle dövmek istedim. dövmek ve dönüp arkama bile bakmamak...
ama dün geceden aklımda sadece feriha ve mavi jeans reklamı kaldığına göre tamam dedim, bu işler böyle yürüyor. bu reklam mavi'nin gözümdeki imajına "ay çok leşosunuz" dışında bir katkı sağlamamış olabilir, yıllarca hatırlanacak bir yaratıcılık barındırmıyor olabilir, alışveriş alışkanlıklarını bile değiştirmeyebilir. ama amacı birilerinin bu reklam hakkında konuşmasıysa (ki sosyal medya çıktı çıkalı ne kadar satış olduğuna değil, reklamdan ne kadar bahsedildiğine, facebook sayfasını kaç kişinin beğendiğine falan bakıyorlar) mission accomplished diyebilirim. gün olur birkaç zirzop "çok yaşa" yerine "çok sev" demeye de başlar, belki mavi jeans'le bağlantısını bile kuramaz ama olsun. o reklamın yazarı memlekete yeni bir değer kazandırdığını düşünüp önemli hissedecek, bu bile yeter.
sonra reklamlar bitti. feriha manitaya yalan söylemeye, feriha'nın abisi gerzekliğe, feriha'nın abisinin sevgilisi içten pazarlıklılığa, feriha'nın sevgilisine aşık olan kızlar komplo kurmaya, feriha'nın sevgilisine aşık olan bipolar kızın üvey annesi yellozluk yapmaya, feriha'nın annesi yemek yapıp bozuk atmaya, feriha'nın sevgilisi dünyadan habersiz yaşamaya devam etti. ta ki en büyük yalan ortaya çıkıp dananın kuyruğu elimizde kalana kadar...
dün gece ailem evde değildi. babaannemi yalnız bırakmak istemedim. birlikte gerçekleştirebileceğimiz en zararsız aktivite televizyon izlemek olacaktı, nitekim, adını feriha koydum isimli gudik diziyi izledik. kardeşim eve geldiğinde dizinin ismi put the feriha on the table'a varan bir çeşitliliğe ulaşmıştı. ama konu hala aynıydı ve ben her nasılsa bir bölüm izleyerek dizinin geçmişini, mevcut durumunu ve geleceğini çözmüştüm bile. kafamda samimiyet üzerine yorumlar yapar, feriha'yı farklı senaryolara yerleştirirken reklamlar başladı.
oh bebek... ben görmeyeli mavi jeans'in reklamcıları yine kendilerini aşmış, kıvanç tatlıtuğ antipatikliğini ikiye katlamıştı. reklamda marangozluğun vahşi cazibesinden, bir hapşırığın doğurduğu çılgın hislenmelere kadar her şey vardı. ve ben, birkaç yıldır reklam yazarlığı yapan ben, inci vardar, hiçbir zaman bu kadar yaratıcı olamayacağımı bir kez daha fark edip kıvanç tatlıtuğ'u levyeyle dövmek istedim. dövmek ve dönüp arkama bile bakmamak...
ama dün geceden aklımda sadece feriha ve mavi jeans reklamı kaldığına göre tamam dedim, bu işler böyle yürüyor. bu reklam mavi'nin gözümdeki imajına "ay çok leşosunuz" dışında bir katkı sağlamamış olabilir, yıllarca hatırlanacak bir yaratıcılık barındırmıyor olabilir, alışveriş alışkanlıklarını bile değiştirmeyebilir. ama amacı birilerinin bu reklam hakkında konuşmasıysa (ki sosyal medya çıktı çıkalı ne kadar satış olduğuna değil, reklamdan ne kadar bahsedildiğine, facebook sayfasını kaç kişinin beğendiğine falan bakıyorlar) mission accomplished diyebilirim. gün olur birkaç zirzop "çok yaşa" yerine "çok sev" demeye de başlar, belki mavi jeans'le bağlantısını bile kuramaz ama olsun. o reklamın yazarı memlekete yeni bir değer kazandırdığını düşünüp önemli hissedecek, bu bile yeter.
sonra reklamlar bitti. feriha manitaya yalan söylemeye, feriha'nın abisi gerzekliğe, feriha'nın abisinin sevgilisi içten pazarlıklılığa, feriha'nın sevgilisine aşık olan kızlar komplo kurmaya, feriha'nın sevgilisine aşık olan bipolar kızın üvey annesi yellozluk yapmaya, feriha'nın annesi yemek yapıp bozuk atmaya, feriha'nın sevgilisi dünyadan habersiz yaşamaya devam etti. ta ki en büyük yalan ortaya çıkıp dananın kuyruğu elimizde kalana kadar...
22 Eylül 2011 Perşembe
ananız babanız yok mu olm sizin?
gerim gerim gerilmeyi seven, korku filmlerinden hazzeden bir insanım. çünkü "halka" gibi bilinçaltımı oyan, verdiği rahatsızlıkla altıma sıçırtan, "evil" kategorisine soktuğum bir şey olmadığı sürece çok korkmuyorum.
bugün de kalemsuare'de fransız (nam-ı diğer filansız) filmleriyle ilgili bir yazı okudum. demişler ki, ils (them) the strangers'ı döver. gece karanlıkta izleyecekseniz altınıza bez bağlayın. hemen gaza gelip indirdim. (korku filmlerine olan sevgim, korsan filmlere olan bağlılığımın yanında hiç kalır.)
(külliyen spoiler, haberiniz olsun.)
şimdi bu film cinayetle başlayıp hemmen geriyor. sonra bükreş'te fransızca örtmanı olan güzel kadın ve evinin yazarı olan sevdiceğiyle tanışıyoruz. güzel bir çift. allah bozmasın diyoruz. tabii gerilim filmi olduğu için allah'ın konumuzla pek alakası yok. bildiğiniz üzere allah germez, çarpar. ama şimdi o konuya dalmanın alemi yok. neyse işte bunlar yatıyorlar, sonra davşan uykulu kadın uyanıp "hşş bey, evde bişi var ve korkarım kedi değil" diyor. sonra ışıkların sönmesi, telefon hattının kesilmesi, ev içinde gerilimli arayışlar, koşuşturmacalar, yaralanmalar ve netameli kaynana zırıltısı sesleri derkeeeen... bunlar evden çıkıyorlar bir şekilde. adam bacağından yaralı olduğu için "sen git yardım çağır, ben böyle seni yavaşlatıyorum" diyor ve saklanıyor. ama o da nesi? pisikopat kağtiller kadını yakalamasın mı? bağırta bağırta bir yerlere kaçırmasın mı? adam da o yaralı haliyle bunların peşinden koşmasın mı? haldır huldur hatunu bulmaya çalışırken çocuklardan birini beline odunla vura vura öldürmesin mi?
evet cin fikirli okur, "çocuklardan biri" dediğimi hemen fark ettin. mutlu çifti gecenin bir yarısı terörize eden orspu çocukları (ana bacı yok!) gerçekten tinerci piçlermiş meğersem. bunların birkaç tanesi bir araya gelince cidden sıçan sürüsü kadar korkutucu oluyorlar, bilirsin. ama bu filmdeki çocuklar beni pek tırstırmadı. sokakta ekip halinde görsem daha fazla korkarım.
korkmamı engelleyen etkenlerden biri de varyap meridian oldu. bu aralar iş gereği boğazıma kadar inşaatlara ve konut projelerine battığım için kafamın bir köşesinde nil karaibrahimgil beş yaşındaki korku filmi çocuğu sesiyle şu şarkıyı söylüyordu:
orda bişiy var
çok acayip bişiy var
korkunçlu gibi bişiy vaaar
evet ya, işin içinde fırat etkisi de var.
oysa the strangers öyle miydi? fragmanında bile "seni ses efektlerimle döverim" diye bağıran bu filmin asıl "hay alnına koyayım ya!" diye tırstıran yönü psikopat katillerin maskeli olmasıydı. michael myers'tan alışmış olmam gereken maskeler beni hala ürkütür. yani, slipknot'tan da tedirgin oluyorum, öyle bir şey. filmde bile karşıma çıkınca cüzdanı verip kaçasım gelmişti. bir de liv tyler vardı filmde, korkuyordu. başka da bir şey hatırlamıyorum.
son olarak, karanlıkta aniden karşınıza çıkabilecek korkunçluklarla ilgili bilgi vermek istiyorum. yıllar önce, evde elektriklerin kesildiği bir gece kapının arkasına saklanıp kardeşimi korkuttum. kardeşim akıllı bir tavırla korktuğu için hemen saldırıya geçip beni görmediği halde tekmeli yumruklu girişti. çünkü çocuğun genlerinde en başarılı savunmanın saldırı olduğu bilinci var, aferin ona. ama bu girişimi onu kesmemiş olacak ki, intikam aldı. o karanlıkta önünden geçtiğim dolabın içinden derin bir sesle "bukowski" diyerek çıktı. aklım gitti ulan! gerzek gibi donup kaldım. ilk şoku atlatana kadar altımı ıslatmak bile aklıma gelmedi, o kadar kasıldım. sonra geçti tabii, odanın hijyenini bozmadan bir macerayı daha atlattık.
yani demek istiyorum ki, siz siz olun, kendinizi korkunca saldırmaya alıştırın. karşınıza değil maskeli katil, recep ivedik çıksa o korkuyla indirirsiniz.
bugün de kalemsuare'de fransız (nam-ı diğer filansız) filmleriyle ilgili bir yazı okudum. demişler ki, ils (them) the strangers'ı döver. gece karanlıkta izleyecekseniz altınıza bez bağlayın. hemen gaza gelip indirdim. (korku filmlerine olan sevgim, korsan filmlere olan bağlılığımın yanında hiç kalır.)
(külliyen spoiler, haberiniz olsun.)
şimdi bu film cinayetle başlayıp hemmen geriyor. sonra bükreş'te fransızca örtmanı olan güzel kadın ve evinin yazarı olan sevdiceğiyle tanışıyoruz. güzel bir çift. allah bozmasın diyoruz. tabii gerilim filmi olduğu için allah'ın konumuzla pek alakası yok. bildiğiniz üzere allah germez, çarpar. ama şimdi o konuya dalmanın alemi yok. neyse işte bunlar yatıyorlar, sonra davşan uykulu kadın uyanıp "hşş bey, evde bişi var ve korkarım kedi değil" diyor. sonra ışıkların sönmesi, telefon hattının kesilmesi, ev içinde gerilimli arayışlar, koşuşturmacalar, yaralanmalar ve netameli kaynana zırıltısı sesleri derkeeeen... bunlar evden çıkıyorlar bir şekilde. adam bacağından yaralı olduğu için "sen git yardım çağır, ben böyle seni yavaşlatıyorum" diyor ve saklanıyor. ama o da nesi? pisikopat kağtiller kadını yakalamasın mı? bağırta bağırta bir yerlere kaçırmasın mı? adam da o yaralı haliyle bunların peşinden koşmasın mı? haldır huldur hatunu bulmaya çalışırken çocuklardan birini beline odunla vura vura öldürmesin mi?
evet cin fikirli okur, "çocuklardan biri" dediğimi hemen fark ettin. mutlu çifti gecenin bir yarısı terörize eden orspu çocukları (ana bacı yok!) gerçekten tinerci piçlermiş meğersem. bunların birkaç tanesi bir araya gelince cidden sıçan sürüsü kadar korkutucu oluyorlar, bilirsin. ama bu filmdeki çocuklar beni pek tırstırmadı. sokakta ekip halinde görsem daha fazla korkarım.
korkmamı engelleyen etkenlerden biri de varyap meridian oldu. bu aralar iş gereği boğazıma kadar inşaatlara ve konut projelerine battığım için kafamın bir köşesinde nil karaibrahimgil beş yaşındaki korku filmi çocuğu sesiyle şu şarkıyı söylüyordu:
orda bişiy var
çok acayip bişiy var
korkunçlu gibi bişiy vaaar
evet ya, işin içinde fırat etkisi de var.
oysa the strangers öyle miydi? fragmanında bile "seni ses efektlerimle döverim" diye bağıran bu filmin asıl "hay alnına koyayım ya!" diye tırstıran yönü psikopat katillerin maskeli olmasıydı. michael myers'tan alışmış olmam gereken maskeler beni hala ürkütür. yani, slipknot'tan da tedirgin oluyorum, öyle bir şey. filmde bile karşıma çıkınca cüzdanı verip kaçasım gelmişti. bir de liv tyler vardı filmde, korkuyordu. başka da bir şey hatırlamıyorum.
son olarak, karanlıkta aniden karşınıza çıkabilecek korkunçluklarla ilgili bilgi vermek istiyorum. yıllar önce, evde elektriklerin kesildiği bir gece kapının arkasına saklanıp kardeşimi korkuttum. kardeşim akıllı bir tavırla korktuğu için hemen saldırıya geçip beni görmediği halde tekmeli yumruklu girişti. çünkü çocuğun genlerinde en başarılı savunmanın saldırı olduğu bilinci var, aferin ona. ama bu girişimi onu kesmemiş olacak ki, intikam aldı. o karanlıkta önünden geçtiğim dolabın içinden derin bir sesle "bukowski" diyerek çıktı. aklım gitti ulan! gerzek gibi donup kaldım. ilk şoku atlatana kadar altımı ıslatmak bile aklıma gelmedi, o kadar kasıldım. sonra geçti tabii, odanın hijyenini bozmadan bir macerayı daha atlattık.
yani demek istiyorum ki, siz siz olun, kendinizi korkunca saldırmaya alıştırın. karşınıza değil maskeli katil, recep ivedik çıksa o korkuyla indirirsiniz.
21 Eylül 2011 Çarşamba
sürme
insanın dikkatini toplayamadığı için sıkılması tehlikeli sonuçlar doğurabiliyor. bugün öyle bir haldeydim, az önce aklımı başıma getirdim. şu yazı bittikten sonra gönül rahatlığıyla kitabıma dönüp insan gibi okuyabileceğim.
ama az önce gözümü çıkarıyordum.
kitaba konsantre olamadım bir türlü. yakın zamanda american gods'ı tekrar okudum ve yine büyük keyif aldım. ardından bir de bilimkurgu çakayım dedim, do androids dream of electric sheep'e yeniden başladım. halihazırda bildiğim bir şeyler okursam daha kolay ilerleyeceğimi düşünüyordum, çünkü yeni kitaplar nedense uykumu getiriyor bu aralar.
her neyse. kafamı yine toparlayamıyordum. ben okumaya devam ederken 2-3 yeni hikaye parçacığı aklımın bir yerinden giriyor, ilgi bekliyor ama kısa sürede yerini başka şeylere bırakıyordu. bunlardan biri de siyah ojeydi. (nedense?) yıllardır oje falan sürmüyorum. eskiden siyah ojelerim vardı ama ya kullanılmamaktan bozuldular ya da birilerine verdim. yine de belki bir tane kalmıştır diyerek -yine yıllardır kullanılmayan ve muhtemelen artık miadını doldurmuş ve kanserojenleşme ihtimali yüksek ve atılması gereken- makyaj malzemelerimin durduğu kutuya yöneldim. oje falan yoktu tabii, son temizlikte gitmişti hepsi. onun yerine, aslı'nın birkaç yıl önce verdiği ve hiç kullanamadığım sürmeler vardı. onları görünce şeytan dürttü.
kaptım birini, ayna karşısına geçtim. şahsen, sürmenin nasıl kullanıldığını sadece teorik olarak biliyorum. işin kötüsü, teorik bilgim bile yarım yamalak. toz halindeki malzemenin sulandırılması falan gerekir mi, göz kalemi gibi içe mi sürülür yoksa sadece göz kapağının üstüne, kirpiklerin olduğu yere mi çekilir, hiçbir fikrim yok. ben bunu sulandırmadan, göz kalemi gibi kullanayım dedim. yapılacak işlem basit gibi. çubuğu şişeye daldırıyorsun, normalde göz kalemiyle boyanan yere yerleştiriyorsun ve çekiyorsun. ama kazın ayağı öyle değilmiş tabii.
çubuğu şişeye sokmaya çalışırken tozları etrafa dağıtarak başladım işe ama bu akıllanmama yetmedi. yeteri kadar toza bulandıktan sonra çubuğu iki göz kapağımın arasına sokup çektim, ne var ki düz bir hat oluşturmak yerine tüm tozlar başlangıç noktasında birikti ve siyah çizgi olması gereken bölümler yine bembeyaz kaldı. siyah ve çirkin bir başlangıç noktasını izleyen beyaz alt göz kapağı çizgisi... rezalet! ama yılmadım. çubuğun ucuyla onu yaymayı başardım. bok gibi görünmesini engelleyemesem de yeteri kadar yayıldı. aynı yöntemi diğer gözümde denerken deeee...
göze bir şey sürmeye çalışırken malzeme dağılırsa, yanlış durumlarla karşılaşırsanız ani hareketler yapmayın. ufak bir kayma kullanmaya çalıştığınız aletin gözünüze girmesine neden olabilir. bende oldu.
kısa süreli olsa da acıdı ve daha da kötüsü, orta boylu bir panik yarattı. çünkü neden? çünkü ben gözüme bir şey girmesinden çok korkarım. hatırlarım, kuzenimin düğününe insan gibi gitmem için bir makyöz gözüme bir şey sürmeye çalışmıştı da kuaförden koşarak kaçayazmıştım. yani kaçmamıştım tabii ama kadını da gözlerime yaklaştırmamıştım, kendi zamazingolarımı usturuplu ellerimle kendim sürmüştüm.
velhasıl kelam, daha fazla samara gibi görünmemek için yüzümü güzzeeelce yıkadım ama bu anımı da anlatmadan geçemedim. siz siz olun, sıkıldığınız zaman tehlikesinden haberdar olduğunuz konulara el atmayın. çıkın bir tur atın, komikli video falan izleyin.
ama az önce gözümü çıkarıyordum.
kitaba konsantre olamadım bir türlü. yakın zamanda american gods'ı tekrar okudum ve yine büyük keyif aldım. ardından bir de bilimkurgu çakayım dedim, do androids dream of electric sheep'e yeniden başladım. halihazırda bildiğim bir şeyler okursam daha kolay ilerleyeceğimi düşünüyordum, çünkü yeni kitaplar nedense uykumu getiriyor bu aralar.
her neyse. kafamı yine toparlayamıyordum. ben okumaya devam ederken 2-3 yeni hikaye parçacığı aklımın bir yerinden giriyor, ilgi bekliyor ama kısa sürede yerini başka şeylere bırakıyordu. bunlardan biri de siyah ojeydi. (nedense?) yıllardır oje falan sürmüyorum. eskiden siyah ojelerim vardı ama ya kullanılmamaktan bozuldular ya da birilerine verdim. yine de belki bir tane kalmıştır diyerek -yine yıllardır kullanılmayan ve muhtemelen artık miadını doldurmuş ve kanserojenleşme ihtimali yüksek ve atılması gereken- makyaj malzemelerimin durduğu kutuya yöneldim. oje falan yoktu tabii, son temizlikte gitmişti hepsi. onun yerine, aslı'nın birkaç yıl önce verdiği ve hiç kullanamadığım sürmeler vardı. onları görünce şeytan dürttü.
kaptım birini, ayna karşısına geçtim. şahsen, sürmenin nasıl kullanıldığını sadece teorik olarak biliyorum. işin kötüsü, teorik bilgim bile yarım yamalak. toz halindeki malzemenin sulandırılması falan gerekir mi, göz kalemi gibi içe mi sürülür yoksa sadece göz kapağının üstüne, kirpiklerin olduğu yere mi çekilir, hiçbir fikrim yok. ben bunu sulandırmadan, göz kalemi gibi kullanayım dedim. yapılacak işlem basit gibi. çubuğu şişeye daldırıyorsun, normalde göz kalemiyle boyanan yere yerleştiriyorsun ve çekiyorsun. ama kazın ayağı öyle değilmiş tabii.
çubuğu şişeye sokmaya çalışırken tozları etrafa dağıtarak başladım işe ama bu akıllanmama yetmedi. yeteri kadar toza bulandıktan sonra çubuğu iki göz kapağımın arasına sokup çektim, ne var ki düz bir hat oluşturmak yerine tüm tozlar başlangıç noktasında birikti ve siyah çizgi olması gereken bölümler yine bembeyaz kaldı. siyah ve çirkin bir başlangıç noktasını izleyen beyaz alt göz kapağı çizgisi... rezalet! ama yılmadım. çubuğun ucuyla onu yaymayı başardım. bok gibi görünmesini engelleyemesem de yeteri kadar yayıldı. aynı yöntemi diğer gözümde denerken deeee...
göze bir şey sürmeye çalışırken malzeme dağılırsa, yanlış durumlarla karşılaşırsanız ani hareketler yapmayın. ufak bir kayma kullanmaya çalıştığınız aletin gözünüze girmesine neden olabilir. bende oldu.
kısa süreli olsa da acıdı ve daha da kötüsü, orta boylu bir panik yarattı. çünkü neden? çünkü ben gözüme bir şey girmesinden çok korkarım. hatırlarım, kuzenimin düğününe insan gibi gitmem için bir makyöz gözüme bir şey sürmeye çalışmıştı da kuaförden koşarak kaçayazmıştım. yani kaçmamıştım tabii ama kadını da gözlerime yaklaştırmamıştım, kendi zamazingolarımı usturuplu ellerimle kendim sürmüştüm.
velhasıl kelam, daha fazla samara gibi görünmemek için yüzümü güzzeeelce yıkadım ama bu anımı da anlatmadan geçemedim. siz siz olun, sıkıldığınız zaman tehlikesinden haberdar olduğunuz konulara el atmayın. çıkın bir tur atın, komikli video falan izleyin.
14 Eylül 2011 Çarşamba
leaks
wikileaks'le başlayan, genelkurmay'a ve şimdi de mit'e uzanan gizli kayıtların ortaya çıkması şeffaflık açısından iyi oldu. eskiden sadece güvensizdik, şimdi gönül rahatlığıyla "vay şerefsizler" veya "e normal yani" diyebiliyoruz. iki kayıt gördük de dünyayı mı değiştireceğiz anasını satayım diye düşünüyorum bir yandan ama bir yerde de halkların devletlere karşı eli güçleniyor, bir tavır alacaksa karar vermesi kolaylaşıyor. iyi bu işte.
bir tek siyasilerin seks videolarını doğru bulmuyorum. cinsel performans siyasi duruşu etkilememeli.
yalnız çok tuhaf bir şey. adamlar gizlilikle eşanlamlıyken nasıl oluyor da bunca belge ve bilgi sızıyor; ajanlığın kitabını yazanlar nasıl böyle tufaya geliyor anlamıyorum. bunun da mı altını kazımak gerek şimdi? gizliden daha gizli bir şeyler mi var ortada?
daha ne kadar paranoyaklaşabiliriz?
bir tek siyasilerin seks videolarını doğru bulmuyorum. cinsel performans siyasi duruşu etkilememeli.
yalnız çok tuhaf bir şey. adamlar gizlilikle eşanlamlıyken nasıl oluyor da bunca belge ve bilgi sızıyor; ajanlığın kitabını yazanlar nasıl böyle tufaya geliyor anlamıyorum. bunun da mı altını kazımak gerek şimdi? gizliden daha gizli bir şeyler mi var ortada?
daha ne kadar paranoyaklaşabiliriz?
7 Eylül 2011 Çarşamba
bravo ersin karabulut
ersin karabulut aklımdan geçen şeyleri benden yüz kat daha güzel yazmış. alkışlıyorum.
Sen Çok Değiştin
Selam. normalde böyle şeyler yazıp çizmeye de utanırım ama bu hafta içimden seninle konuşmak geldi. bi ihtimal kulağına gelirse diye. “bu ne lan duyarlı mısın nesin” diye dalga geçenler olucaktır, ama naapalım, bu hafta böyle.
geçen gün gidip can yücel’in mezarını kırıp yıkmışsın. kendisinin toplasan iki üç şiirini yarım yamalak biliyorum, öyle manyak bir okuru olmadım hiç yani. ölüm yıldönümünde mezarına şarap döktüklerini duyunca aklıma sen geldin. ulan dedim bizimki uyuz olacak bu olaya. ama gidip mezarı kıracağını da düşünmemiştim. gerçek bi ayıya dönüşmüşsün, ne diyim.
peki acaba dönüşmedin de eskiden de böyle miydin?
bak ben mesela eskiden izlediğimiz filmlerin daha güzel, eskiden içtiğimiz suyun daha lezzetli, bakkal amcanın daha iyi kalpli olduğuna inanmamı, o yıllarda çocuk oluşuma bağlıyorum. yaşamın aslında kötüleşmediğini, aynı kaldığını, sadece büyüdükçe benim için zorlaştığını düşünmek istiyorum. bi yandan mantıklı olan da bu zaten. ama böyle düşünmeme rağmen, bazen yine de emin olamıyorum. sanki bakkal amca hakkaten de ben küçükken daha “iyiydi”. otobüsteki amcalar teyzeler daha yumuşaktı böyle. sen de daha sakindin. belki çok saçmadır ama elimde değil, öyle gibi geliyo.
geçenlerde voleybolcu bir kıza otobüse şortla bindiği için önce bağırıp sonra da yumruk atmışsın. gerçekten bak, sen eskiden böyle bu kadar sinirli değildin. iyi hatırlıyorum. yumruk attığında sesini çıkartmayan amcalar teyzeler de böyle değildi. sana bi şey oldu. mezar yıkıyosun lan, bi düşüm bak, çok acayip bi şey bu. adamlar dev gibi insanlık anıtına ucube deyip sonra da kafasını kestirdiler. koca heykeli yıktırttılar. onlardan mı cesaret alıyosun, olay bu mu yani?
o heykeli yapan da aha senin kırdığın mezarı yapan kişiymiş zaten. yoksa sen de heykeli yıktıranla aynı kişi olmayasın?
zaten her işi yapıyosun, her an her yerdesin. bi kaç sene önce karaköy iskelesinde kız arkadaşımı uğurlarken de ordaydın. vedalaşıyoduk, sarılmıştık böyle, vapurun iskeleye yanaşmasını bekliyoduk. “dışarı çıkın nerde ne yapıyosanız yapın” diye bi ses duyduk, bi baktık o jeton kabinleri var ya ordan bize bakıyosun. önce bize seslendiğini anlamadık. şimdi tam hatırlamıyorum ama “lan yürüyün burda o işler yapılmaz! yürü!” gibi bi cümle daha kurdun. ben o zamanlar henüz senden bu kadar korkmadığım için “ne diyo lan bu lavuk” diye bi kabarıcak gibi oldum da hadi neyse diye indik iskeleden.
geçenlerde de duydum ki otobüs şöförü olmuşsun, sürdüğün otobüste bir çift öpüştü diye benzer şeyler söyleyip aşağı indirmişsin çocukları. lan oğlum bi şey sorucam, sen insanların birbirine sarılmasına öpmesine neden bu kadar kızıyosun? açık konuş, o sırada arzuluyo musun yoksa o kızları? günahını almıyım ama kıskançsın sanırım hafiften. tamam bak mesela bi yerde sap sap otururken yanımda bi çift öpüşünce ben de bi kıskanıyorum, bi yutkunuyorum böyle gulp diye. ama çok bakmıyorum, öpsün yani çocuk kızı ne güzel işte. benim rahatsız olmam o anki saplığımla ilgili çünkü. seninki de bana öyle gibi geldi. o kızı o çocuğa yedirmek istemiyosun. o ahlaksız diye bağırdığın kız sana gelse, azcık gülümsese, iki tatlı söz söylese heyecanlanıp boncuk boncuk terler, bayan mayan eheh meheh diyerek tavlamaya çalışırsın gibime geliyo. neyse dediğim gibi günahını almıyım, öyle olur gibi geldi bi an.
geçenlerde kızarkadaşımla vapura bindiğimizde de arkamızda oturuyodun. kolumu kızın omzuna attım, gülüşüyoruz ediyoruz, ama sessiz sakiniz, rahatsız etmiyoruz kimseyi. çıt çıkartmıyoruz, öpüşme filan da yok zaten. bi baktım arkadan bizi kesiyosun. hemen anladım, kolumun yerini beğenmedin. kızla fazla samimi buldun beni. korktum lan bakışlarından. çünkü biliyorum, gelip bi şey söylesen, ne biliyim “ramazanda utanmıyo musunuz sarmaş dolaş oturmaya?” desen, etrafımızdaki insanlar da artık çok sesini çıkartmıycak. bi çoğu da seni haklı bulucak. cevap versem “uzatma” diycekler. kavga çıksa, ağzını burnunu bi güzel kırsam ben suçlu olucam. karakolluk olsak zaten bitmişim. her şekilde haklısın yani.
yanlış anlama, sadece ramazanla öpüşmeyle bilmemneyle ilgili şeyler söylemiyorum. ben genel olarak senin tavırlarının değişmesine üzülüyorum. sevgisiz bi insana dönüştün sen. herhangi bir şeyi sevmeyi zayıflık gibi görür oldun sanırım. sürekli laf söylüyosun her şeye. senin için her şey bok gibi. bazen internet gazetelerinde haber altındaki yorumlarını okuyorum. adam bi şeyden övgüyle bahsetmişse anında “popülist ibne, ayak yapıyo” diyosun. biri bi film mi çekmiş, “olmamış” deyiveriyosun. sana yaranmak mümkün değil. hiç bi şeyi sevmiyosun. başka insanları hiç sevmiyosun. sokakta karşıma çıktığında kötü kötü bakıyosun. sana selam vermeye korkuyorum. karşılaştığımızda günaydın derim ben sana normalde. ama yüzüne baktığımda her an “ne bakıyosun lan” diycek gibi davranıyosun. çekiniyorum, kaçırıyorum gözlerimi. beni yendiğimi hissettiğin için sen bundan da hoşnut oluyosun.
geçenlerde yuutub’da eski siyasilerin bi tartışmasını izledim. demireli, mesut yılmaz, ecevit, inönü, erbakan filan hepsi bir masada oturuyolar ve biri konuşurken diğerinin çıtı çıkmıyo. bu adamların ülkeyi yönettiği yılları övücek değilim şimdi tabii. ama ne biçim saygılılarmış lan. hiç bağırıp çağırmıyolar. en fazla iğneleyici konuşuyolar. şimdiki adamları aynı masaya oturtmayı başarsalar da biri silahını çekicek gibi bakar, biri kollarını sıvayıp dövücekmiş gibi yapar, hatta “yok öyle lagaluga”, “lölö yapma” filan derler. acaba sen de bu adamları göre göre mi böyle oldun? bu devirde öyle olmak daha mı doğru, daha mı geçerli geliyo? “artık böyle… yerse” filan mı diyosun? daha mı iyi hissediyosun?
yıllar evvel mısır’a gitmiş bir tanıdığımız “mısır’da yalan söylemek normal bi şey. kimse utanmıyo yalancı durumuna düşmekten” demişti de aklım çıkmıştı, inanamamıştım. hani iki gün avrupa gezmiş insanlar hemen başlarlar ya “abi almanya’da insanlar çok nazik, gülümseyerek selam veriyolar, burda herkes ayı gibi” diye memleketi kötülemeye. ben yakına kadar “yav olur mu öyle şey, kötü bir millet olur mu? biri ne kadar kötüyse diğerleri de o kadar kötüdür ya da iyidir” diye düşünürdüm.
şimdiyse kusuruma bakma ama, senin ciddi ciddi kötüleştiğine inanmaya başladım. hani bu topraklarda yetişenler bambaşka hoşgörülü oluyodu lan, yıllarca öyle bilmedik mi? nooldu da bu kadar sinirli bi insana dönüştün peki? sana uygun gelmeyen hiç bi şeye tahammül etmek istemiyosun. isterse ülke ekonomisi süper olsun, dev alışveriş merkezleri açılsın, duble yollarda istediğin kadar bas git arabanla, sen böyle olduktan sonra neye yatıycak? cebinde parası olan sinirli insanlar mı olalım hep birlikte yani? koca heykel niye yıkıldı lan? kusura bakma aklım hep ona gidiyo. nasıl bi mantıkla gaza gelindi de yıkıldı?
bak o olayın olduğu günlerde bi taksiciyle muhabbet ediyoruz, “yıkılsın kardeşim!” dedi. böyle bi cevap karşısında aslında susmak lazım ama ağzımı tutamadım,”ya niye yıkılsın abi? heykelin kendisi güzel de olmayabilir, ama ifade ettiği bişey var, bi de dikilmiş işte oraya. neden şimdi ucube diyip yıkıyolar? normal mi bu sence?” dedim. mantıklı bi cevap bekledim, hani “şu yüzden yıkılsın” desin ki diyalog ilerlesin diye. adam sadece “yıkılsın yaa boşver yıkılsın!” dedi zevk alır gibi. sanki heykeller toplaşıp küçükken bununla dalga geçmiş de şimdi intikan alıyo gibi. bu tavır sana da garip gelmiyo mu? o taksici de sen miydin lan yoksa? sen de her işi yapmışsın mna koyiyim, otobüs şöförü müsün taksi şöförü müsün belli değil. arada vapura da biniyosun filan, ilginç adamsın. (kötü espri gücümle seni pis döverim)
yakına kadar “bu sadece bi dönem. bu adam da değişicek. sadece kötü günler geçiriyo, ondan sevmiyo beni” diyodum ama sen galiba artık eskiye dönmiyceksin. hayatında yurtdışında yaşamaya özenmemiş olan bana bile “eyvah ya, bizim dergilere de bi şeyler olucak, bu işi yaptırmıycaklar bana. kız arkadaşımın omzuna da kolumu atamıycak mıyım artık? başka ülkeye mi gitmek lazım? gitsek naapıcaz, ne bok yiycez” dedirttin.
çünkü sen ilerde etek giydiği için otobüste kızıma yumruk atıcaksın gibi geliyo bana. oysa kızımla ben, senin kızına hayatta karışmazdık. yemin ediyorum karışmazdık. herkesin istediği gibi giyindiği, istediği gibi yaşayabileceği bir memlekette yaşamaya hazır ve istekli olurduk. işin kötüsü, sen bunları okuduğunda azıcık düşünmek yerine “beğenmeyen defolsun gitsin lan!” diyosun, biliyorum ben seni. zaten burda yaşamamı istemiyo gibisin. vapurdan dışardaki süper boğaz manzarasını izlemek yerine beni ve kızarkadaşımı kontrol ediyosun, ordan belli. aynı şekilde bunları yazdığım için neler hissettiğimi, beni ciddi ciddi endişelendirdiğini anlamak yerine “tribünlere oynuyosun” diyceksin.
bütün bunlara rağmen, çok umutlu olmasam da, belki, bi ihtimal, bu günler de geçer. çünkü birbirimizi anlamıyo olabiliriz cidden. ama tek ricam, sinirli olma. ne biliyim mezar kırma, heykel kırma, yumruk atma diyorum, çok bi şey de değil yani. kurban olıyım “burdan gitmek lazım” geyiği yapanlarla dalga geçen beni bile bu otobüslerden bu vapurlardan bu sokaklardan soğutma işte. elin fransızına bonjur diyemem ben, sana selamünaleyküm derim, bin kat da tercih ederim. hem ben bişeyci ya da başka bişeyci de değilim. çocukken aynı mahallelerde oynardık, yabancı değilim tanıyosun beni. bakarsın bi gün karşılıklı otururuz, iki çay söyleriz, anlatırsın derdini. yemin ederim ne dersen dinlerim. dersin ki “bak kardeşim ben sana dargınım çünkü şöyle şöyle yapmıştın”. ben de sana derdimi anlatırım, gülüşürüz ederiz. işte o günün gelebileceğini umarak, sana mezarını kırıp yıktığın can yücel’in meşhur bi şiirini hediye ediyim hadi. tamamını da bilmiyodum internetten baktım idare et.
en uzak mesafe ne afrika’dır,
ne çin,
ne hindistan,
ne seyyareler,
ne de yıldızlar geceleri ışıldayan.
en uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir,
birbirini anlamayan.
Sen Çok Değiştin
Selam. normalde böyle şeyler yazıp çizmeye de utanırım ama bu hafta içimden seninle konuşmak geldi. bi ihtimal kulağına gelirse diye. “bu ne lan duyarlı mısın nesin” diye dalga geçenler olucaktır, ama naapalım, bu hafta böyle.
geçen gün gidip can yücel’in mezarını kırıp yıkmışsın. kendisinin toplasan iki üç şiirini yarım yamalak biliyorum, öyle manyak bir okuru olmadım hiç yani. ölüm yıldönümünde mezarına şarap döktüklerini duyunca aklıma sen geldin. ulan dedim bizimki uyuz olacak bu olaya. ama gidip mezarı kıracağını da düşünmemiştim. gerçek bi ayıya dönüşmüşsün, ne diyim.
peki acaba dönüşmedin de eskiden de böyle miydin?
bak ben mesela eskiden izlediğimiz filmlerin daha güzel, eskiden içtiğimiz suyun daha lezzetli, bakkal amcanın daha iyi kalpli olduğuna inanmamı, o yıllarda çocuk oluşuma bağlıyorum. yaşamın aslında kötüleşmediğini, aynı kaldığını, sadece büyüdükçe benim için zorlaştığını düşünmek istiyorum. bi yandan mantıklı olan da bu zaten. ama böyle düşünmeme rağmen, bazen yine de emin olamıyorum. sanki bakkal amca hakkaten de ben küçükken daha “iyiydi”. otobüsteki amcalar teyzeler daha yumuşaktı böyle. sen de daha sakindin. belki çok saçmadır ama elimde değil, öyle gibi geliyo.
geçenlerde voleybolcu bir kıza otobüse şortla bindiği için önce bağırıp sonra da yumruk atmışsın. gerçekten bak, sen eskiden böyle bu kadar sinirli değildin. iyi hatırlıyorum. yumruk attığında sesini çıkartmayan amcalar teyzeler de böyle değildi. sana bi şey oldu. mezar yıkıyosun lan, bi düşüm bak, çok acayip bi şey bu. adamlar dev gibi insanlık anıtına ucube deyip sonra da kafasını kestirdiler. koca heykeli yıktırttılar. onlardan mı cesaret alıyosun, olay bu mu yani?
o heykeli yapan da aha senin kırdığın mezarı yapan kişiymiş zaten. yoksa sen de heykeli yıktıranla aynı kişi olmayasın?
zaten her işi yapıyosun, her an her yerdesin. bi kaç sene önce karaköy iskelesinde kız arkadaşımı uğurlarken de ordaydın. vedalaşıyoduk, sarılmıştık böyle, vapurun iskeleye yanaşmasını bekliyoduk. “dışarı çıkın nerde ne yapıyosanız yapın” diye bi ses duyduk, bi baktık o jeton kabinleri var ya ordan bize bakıyosun. önce bize seslendiğini anlamadık. şimdi tam hatırlamıyorum ama “lan yürüyün burda o işler yapılmaz! yürü!” gibi bi cümle daha kurdun. ben o zamanlar henüz senden bu kadar korkmadığım için “ne diyo lan bu lavuk” diye bi kabarıcak gibi oldum da hadi neyse diye indik iskeleden.
geçenlerde de duydum ki otobüs şöförü olmuşsun, sürdüğün otobüste bir çift öpüştü diye benzer şeyler söyleyip aşağı indirmişsin çocukları. lan oğlum bi şey sorucam, sen insanların birbirine sarılmasına öpmesine neden bu kadar kızıyosun? açık konuş, o sırada arzuluyo musun yoksa o kızları? günahını almıyım ama kıskançsın sanırım hafiften. tamam bak mesela bi yerde sap sap otururken yanımda bi çift öpüşünce ben de bi kıskanıyorum, bi yutkunuyorum böyle gulp diye. ama çok bakmıyorum, öpsün yani çocuk kızı ne güzel işte. benim rahatsız olmam o anki saplığımla ilgili çünkü. seninki de bana öyle gibi geldi. o kızı o çocuğa yedirmek istemiyosun. o ahlaksız diye bağırdığın kız sana gelse, azcık gülümsese, iki tatlı söz söylese heyecanlanıp boncuk boncuk terler, bayan mayan eheh meheh diyerek tavlamaya çalışırsın gibime geliyo. neyse dediğim gibi günahını almıyım, öyle olur gibi geldi bi an.
geçenlerde kızarkadaşımla vapura bindiğimizde de arkamızda oturuyodun. kolumu kızın omzuna attım, gülüşüyoruz ediyoruz, ama sessiz sakiniz, rahatsız etmiyoruz kimseyi. çıt çıkartmıyoruz, öpüşme filan da yok zaten. bi baktım arkadan bizi kesiyosun. hemen anladım, kolumun yerini beğenmedin. kızla fazla samimi buldun beni. korktum lan bakışlarından. çünkü biliyorum, gelip bi şey söylesen, ne biliyim “ramazanda utanmıyo musunuz sarmaş dolaş oturmaya?” desen, etrafımızdaki insanlar da artık çok sesini çıkartmıycak. bi çoğu da seni haklı bulucak. cevap versem “uzatma” diycekler. kavga çıksa, ağzını burnunu bi güzel kırsam ben suçlu olucam. karakolluk olsak zaten bitmişim. her şekilde haklısın yani.
yanlış anlama, sadece ramazanla öpüşmeyle bilmemneyle ilgili şeyler söylemiyorum. ben genel olarak senin tavırlarının değişmesine üzülüyorum. sevgisiz bi insana dönüştün sen. herhangi bir şeyi sevmeyi zayıflık gibi görür oldun sanırım. sürekli laf söylüyosun her şeye. senin için her şey bok gibi. bazen internet gazetelerinde haber altındaki yorumlarını okuyorum. adam bi şeyden övgüyle bahsetmişse anında “popülist ibne, ayak yapıyo” diyosun. biri bi film mi çekmiş, “olmamış” deyiveriyosun. sana yaranmak mümkün değil. hiç bi şeyi sevmiyosun. başka insanları hiç sevmiyosun. sokakta karşıma çıktığında kötü kötü bakıyosun. sana selam vermeye korkuyorum. karşılaştığımızda günaydın derim ben sana normalde. ama yüzüne baktığımda her an “ne bakıyosun lan” diycek gibi davranıyosun. çekiniyorum, kaçırıyorum gözlerimi. beni yendiğimi hissettiğin için sen bundan da hoşnut oluyosun.
geçenlerde yuutub’da eski siyasilerin bi tartışmasını izledim. demireli, mesut yılmaz, ecevit, inönü, erbakan filan hepsi bir masada oturuyolar ve biri konuşurken diğerinin çıtı çıkmıyo. bu adamların ülkeyi yönettiği yılları övücek değilim şimdi tabii. ama ne biçim saygılılarmış lan. hiç bağırıp çağırmıyolar. en fazla iğneleyici konuşuyolar. şimdiki adamları aynı masaya oturtmayı başarsalar da biri silahını çekicek gibi bakar, biri kollarını sıvayıp dövücekmiş gibi yapar, hatta “yok öyle lagaluga”, “lölö yapma” filan derler. acaba sen de bu adamları göre göre mi böyle oldun? bu devirde öyle olmak daha mı doğru, daha mı geçerli geliyo? “artık böyle… yerse” filan mı diyosun? daha mı iyi hissediyosun?
yıllar evvel mısır’a gitmiş bir tanıdığımız “mısır’da yalan söylemek normal bi şey. kimse utanmıyo yalancı durumuna düşmekten” demişti de aklım çıkmıştı, inanamamıştım. hani iki gün avrupa gezmiş insanlar hemen başlarlar ya “abi almanya’da insanlar çok nazik, gülümseyerek selam veriyolar, burda herkes ayı gibi” diye memleketi kötülemeye. ben yakına kadar “yav olur mu öyle şey, kötü bir millet olur mu? biri ne kadar kötüyse diğerleri de o kadar kötüdür ya da iyidir” diye düşünürdüm.
şimdiyse kusuruma bakma ama, senin ciddi ciddi kötüleştiğine inanmaya başladım. hani bu topraklarda yetişenler bambaşka hoşgörülü oluyodu lan, yıllarca öyle bilmedik mi? nooldu da bu kadar sinirli bi insana dönüştün peki? sana uygun gelmeyen hiç bi şeye tahammül etmek istemiyosun. isterse ülke ekonomisi süper olsun, dev alışveriş merkezleri açılsın, duble yollarda istediğin kadar bas git arabanla, sen böyle olduktan sonra neye yatıycak? cebinde parası olan sinirli insanlar mı olalım hep birlikte yani? koca heykel niye yıkıldı lan? kusura bakma aklım hep ona gidiyo. nasıl bi mantıkla gaza gelindi de yıkıldı?
bak o olayın olduğu günlerde bi taksiciyle muhabbet ediyoruz, “yıkılsın kardeşim!” dedi. böyle bi cevap karşısında aslında susmak lazım ama ağzımı tutamadım,”ya niye yıkılsın abi? heykelin kendisi güzel de olmayabilir, ama ifade ettiği bişey var, bi de dikilmiş işte oraya. neden şimdi ucube diyip yıkıyolar? normal mi bu sence?” dedim. mantıklı bi cevap bekledim, hani “şu yüzden yıkılsın” desin ki diyalog ilerlesin diye. adam sadece “yıkılsın yaa boşver yıkılsın!” dedi zevk alır gibi. sanki heykeller toplaşıp küçükken bununla dalga geçmiş de şimdi intikan alıyo gibi. bu tavır sana da garip gelmiyo mu? o taksici de sen miydin lan yoksa? sen de her işi yapmışsın mna koyiyim, otobüs şöförü müsün taksi şöförü müsün belli değil. arada vapura da biniyosun filan, ilginç adamsın. (kötü espri gücümle seni pis döverim)
yakına kadar “bu sadece bi dönem. bu adam da değişicek. sadece kötü günler geçiriyo, ondan sevmiyo beni” diyodum ama sen galiba artık eskiye dönmiyceksin. hayatında yurtdışında yaşamaya özenmemiş olan bana bile “eyvah ya, bizim dergilere de bi şeyler olucak, bu işi yaptırmıycaklar bana. kız arkadaşımın omzuna da kolumu atamıycak mıyım artık? başka ülkeye mi gitmek lazım? gitsek naapıcaz, ne bok yiycez” dedirttin.
çünkü sen ilerde etek giydiği için otobüste kızıma yumruk atıcaksın gibi geliyo bana. oysa kızımla ben, senin kızına hayatta karışmazdık. yemin ediyorum karışmazdık. herkesin istediği gibi giyindiği, istediği gibi yaşayabileceği bir memlekette yaşamaya hazır ve istekli olurduk. işin kötüsü, sen bunları okuduğunda azıcık düşünmek yerine “beğenmeyen defolsun gitsin lan!” diyosun, biliyorum ben seni. zaten burda yaşamamı istemiyo gibisin. vapurdan dışardaki süper boğaz manzarasını izlemek yerine beni ve kızarkadaşımı kontrol ediyosun, ordan belli. aynı şekilde bunları yazdığım için neler hissettiğimi, beni ciddi ciddi endişelendirdiğini anlamak yerine “tribünlere oynuyosun” diyceksin.
bütün bunlara rağmen, çok umutlu olmasam da, belki, bi ihtimal, bu günler de geçer. çünkü birbirimizi anlamıyo olabiliriz cidden. ama tek ricam, sinirli olma. ne biliyim mezar kırma, heykel kırma, yumruk atma diyorum, çok bi şey de değil yani. kurban olıyım “burdan gitmek lazım” geyiği yapanlarla dalga geçen beni bile bu otobüslerden bu vapurlardan bu sokaklardan soğutma işte. elin fransızına bonjur diyemem ben, sana selamünaleyküm derim, bin kat da tercih ederim. hem ben bişeyci ya da başka bişeyci de değilim. çocukken aynı mahallelerde oynardık, yabancı değilim tanıyosun beni. bakarsın bi gün karşılıklı otururuz, iki çay söyleriz, anlatırsın derdini. yemin ederim ne dersen dinlerim. dersin ki “bak kardeşim ben sana dargınım çünkü şöyle şöyle yapmıştın”. ben de sana derdimi anlatırım, gülüşürüz ederiz. işte o günün gelebileceğini umarak, sana mezarını kırıp yıktığın can yücel’in meşhur bi şiirini hediye ediyim hadi. tamamını da bilmiyodum internetten baktım idare et.
en uzak mesafe ne afrika’dır,
ne çin,
ne hindistan,
ne seyyareler,
ne de yıldızlar geceleri ışıldayan.
en uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir,
birbirini anlamayan.
geçmiş zaman olur ki
geçen gün aslı'yla konuşurken, konu nereden açıldı hatırlamıyorum, okul yıllığına yazdığım bir yazıdan bahsettim. sonra merak edip tam olarak ne yazdığıma baktım, anlatırken fazla yanılma payı bırakmamışım. şöyleydi:
öğrencilere karşı ne kadar uyuzsam, bazı öğretmenlerle de o kadar iyi anlaşırdım. hiç görüşmesem de hala sevgiyle andığım kişiler var aralarında. bunlardan biri avustralyalı ingilizce öğretmenimdi. yıllığa bakarken bir de facebook'ta aramaya karar verdim. oradaydı. beni hatırladı, hatta hatırlamakla kalmadı, "very young" olduğum zamanlardaki bazı kişilik özelliklerime değindi.
ve bugün, avustralya'da yaşıyor olmasına rağmen, türkiye'de ileri demokrasinin dur durak bilmeden gelişiyor olmasından endişeli. gelir düzeyi görece yükselirken, ileri demokrasi adına özgürlüklerin kısıtlanmasından; komşularla sıfır problem politikasının adım başı savaş tehdidiyle tökezlemesinden; hala düşüncelerini açıklamaya cesaret edebilen insanların yaşayabileceği olası zorluklardan benim kadar endişe duyuyor. dikkatli olmamı, eleştirilerimin bir gün başıma dert olabileceğini söylüyor. ben de kayda değer bir şey yazmadığımı, benden bir cacık olmayacağını söylüyorum. gerçekten olmuyor.
tüm konuşmalarımızdan sonra bugün, insanları barış ve hoşgörü için dünya çapında bir devrim yapmaya davet etmiş. davete cevap verdim:
"yazmayacağım demiştim ama... sürpriiiiz! düşündüm, düşündüm, ne yazabilirim sana... hala da bilmiyorum. bıraktım öyle, devamı geliyor. orta 1'de oldukça yakın olduğumuzu hatırlıyorum da nasıl yakın olduğumuz gelmiyor aklıma. tek hatırladığım kütüphane merdivenlerinde oturup geyik yapmamız. sanırım hoş günlerdi! sıra iyi dileklerde. umarım hayatın iyi geçer ve istediklerini elde edersin. kendine iyi bak..."bunu sınıf arkadaşıma yazmıştım. rezalet. (ama hala "ohaaaa! hayvaaan!" diyerek gülmemi engelleyemiyorum.)
öğrencilere karşı ne kadar uyuzsam, bazı öğretmenlerle de o kadar iyi anlaşırdım. hiç görüşmesem de hala sevgiyle andığım kişiler var aralarında. bunlardan biri avustralyalı ingilizce öğretmenimdi. yıllığa bakarken bir de facebook'ta aramaya karar verdim. oradaydı. beni hatırladı, hatta hatırlamakla kalmadı, "very young" olduğum zamanlardaki bazı kişilik özelliklerime değindi.
ve bugün, avustralya'da yaşıyor olmasına rağmen, türkiye'de ileri demokrasinin dur durak bilmeden gelişiyor olmasından endişeli. gelir düzeyi görece yükselirken, ileri demokrasi adına özgürlüklerin kısıtlanmasından; komşularla sıfır problem politikasının adım başı savaş tehdidiyle tökezlemesinden; hala düşüncelerini açıklamaya cesaret edebilen insanların yaşayabileceği olası zorluklardan benim kadar endişe duyuyor. dikkatli olmamı, eleştirilerimin bir gün başıma dert olabileceğini söylüyor. ben de kayda değer bir şey yazmadığımı, benden bir cacık olmayacağını söylüyorum. gerçekten olmuyor.
tüm konuşmalarımızdan sonra bugün, insanları barış ve hoşgörü için dünya çapında bir devrim yapmaya davet etmiş. davete cevap verdim:
"'you can not buy the revolution. you can not make the revolution. you can only be the revolution.'
we all know nothing changes overnight and even a march of millions never ends up as expected. so we might as well live and let our voices be heard whenever possible. we can't change the thought patterns of the adults but at least we can educate the new generations to be sceptic about what they are taught.
actually i believe in self, and i think organized people are doomed to fail in democratic communities, since they all have different thoughts on collective actions. with no leaders or communities, only with our own actions we can stand as an example. i know it's only survival but someone needs to survive in order to prove that a different view of life is possible."lisede yazdıklarımla alakası olmayan cümleler. ama hala bir arpa boyu yol alabilmiş değilim. bir de araya o kadar çok şey girdi ki, yazmaya iki saat önce başlamıştım sanırım, şu anda bunları neden yazdığımı hatırlamıyorum. hatırlayınca belki bir şeyler eklerim. ingilizce bildiğimi söylemiş miydim? öpt kib bye.
2 Eylül 2011 Cuma
gece kahvesi
belki kahve isteğimi bastırır diye bir sigara içtim. çok işe yaramadı. biraz uykum var ama okumak, düşünmek ve yazmak istiyorum. kahve içme isteğim de bu yüzden kabardı. ama elimde kahveyle okurken muhtemelen göz kapaklarım ağırlaşacak, esnemekten çenem düşecek duruma gelecek ve uyuyacağım. sonra dört civarında durup dururken uyanacağım ama yataktan kalkmaya üşeneceğim. zaten ışığı açsam gözlerimi rahatsız edecek. hiçbir şey yapmadan yine uyumayı bekleyeceğim. bir süre sonra başaracağım da. sonra bölünmüş uykum nedeniyle öğlene kadar kendime gelmekte zorlanacağım. geceyi kurtarmaya çalışırken günüm piç olacak.
belki de en doğrusu ilk esnemenin ardından, daha fazla geciktirmeden uyumak. belki sabah aynı istekle uyanırım ve beklenen kahveyi erkenden içerim. çalışırım. ara verdiğim işi yaparım. haftaya buna zamanım olmayacak.
ana kuzusu bir erkeğin nasıl olacağını düşünüyorum şimdi. evlenince nasıl biri olur? eşine nasıl davranır? her fırsatta annesinden bahsedecek olsa, o fırsatları nasıl yaratır? evlenmedi diyelim, kız arkadaşıyla ilişkisi nasıl olur? kız arkadaşı olur mu? yoksa annesi düzenini kursun diye onu hemen evlendirir mi? gelinine nasıl davranır? düğünde sorun çıkarır mı? hatta çocuk bir şekilde kuralı bozdu diyelim, düğüne katılır mı? sonra ne olur?
düşünüyorum düşünüyorum, hiç ana kuzusu olarak büyütülmüş yetişkin erkek görmedim ben. iki tane çocuk versiyonuyla karşılaştım. önce gerizekalı olduklarını düşündüm. gelecekleri hakkındaysa gerçekçi bir fikir yürütemiyorum. biraz daha düşünsem bir yaşam öyküsü az çok oluşur gibi geliyor. öyle bir karakter olmalı ki, oedipus kompleksinden kurtulamamalı. kompleksini annesi beslemeli ve adamın yakasını bırakmamalı. norman bates gibi psikopatlaşmasına gerek yok, toplum tarafından daha kabul edilebilir ölçülerde kalmalı. annesine benzeyen bir kız arkadaşı olmalı ama aralarındaki farklar ona batmalı. peki kız bu durumda ne yapmalı?
esnedim az önce. belki de düşünmeyi sabaha bırakmalı.
belki de en doğrusu ilk esnemenin ardından, daha fazla geciktirmeden uyumak. belki sabah aynı istekle uyanırım ve beklenen kahveyi erkenden içerim. çalışırım. ara verdiğim işi yaparım. haftaya buna zamanım olmayacak.
ana kuzusu bir erkeğin nasıl olacağını düşünüyorum şimdi. evlenince nasıl biri olur? eşine nasıl davranır? her fırsatta annesinden bahsedecek olsa, o fırsatları nasıl yaratır? evlenmedi diyelim, kız arkadaşıyla ilişkisi nasıl olur? kız arkadaşı olur mu? yoksa annesi düzenini kursun diye onu hemen evlendirir mi? gelinine nasıl davranır? düğünde sorun çıkarır mı? hatta çocuk bir şekilde kuralı bozdu diyelim, düğüne katılır mı? sonra ne olur?
düşünüyorum düşünüyorum, hiç ana kuzusu olarak büyütülmüş yetişkin erkek görmedim ben. iki tane çocuk versiyonuyla karşılaştım. önce gerizekalı olduklarını düşündüm. gelecekleri hakkındaysa gerçekçi bir fikir yürütemiyorum. biraz daha düşünsem bir yaşam öyküsü az çok oluşur gibi geliyor. öyle bir karakter olmalı ki, oedipus kompleksinden kurtulamamalı. kompleksini annesi beslemeli ve adamın yakasını bırakmamalı. norman bates gibi psikopatlaşmasına gerek yok, toplum tarafından daha kabul edilebilir ölçülerde kalmalı. annesine benzeyen bir kız arkadaşı olmalı ama aralarındaki farklar ona batmalı. peki kız bu durumda ne yapmalı?
esnedim az önce. belki de düşünmeyi sabaha bırakmalı.
24 Ağustos 2011 Çarşamba
ben demiştim zatencilik
sürekli atarlanması bir yana, başbakanın en çok bu tavrına kılım galiba. ne zaman "meclise zite zite gelecekler, diğerleri de geldi" minvalinde bir açıklamasını okusam sinirlerim tepeme çıkıyor. çocukken de hiç sevmezdim bu tavırları. büyük millet meclisi küçülüp çocukların inatlaştığı oyun bahçesi kıvamına gelmiş, işe bak. biz de yönetimi bunların eline bırakıyoruz.
ama gidere gider yapmak akp yandaşını memnun ediyor mu? ediyor. bdp'nin inadı "sağlam duruş" ilüzyonu yaratıyor mu? yaratıyor. iyi madem. ciddiyetten zerre kadar nasibinizi almadan oynayın oyunlarınızı. biriniz "gebertecez ulan hepinizi" demeye devam edin, diğeriniz "barışı getiririz ama önce şeker de yiyebilelim" martavalını sürdürün. başka da hiiiç bir şey yapmayın. orduda da dağda da adam bol nasıl olsa. daha kim bilir kaç yıl ekmek yenir bu işten.
aferin çocuklar. siyaset budur. durmak yok, aynen devam.
ama gidere gider yapmak akp yandaşını memnun ediyor mu? ediyor. bdp'nin inadı "sağlam duruş" ilüzyonu yaratıyor mu? yaratıyor. iyi madem. ciddiyetten zerre kadar nasibinizi almadan oynayın oyunlarınızı. biriniz "gebertecez ulan hepinizi" demeye devam edin, diğeriniz "barışı getiririz ama önce şeker de yiyebilelim" martavalını sürdürün. başka da hiiiç bir şey yapmayın. orduda da dağda da adam bol nasıl olsa. daha kim bilir kaç yıl ekmek yenir bu işten.
aferin çocuklar. siyaset budur. durmak yok, aynen devam.
28 Temmuz 2011 Perşembe
genellemeler... genellemeler...
bu aralar funda danışman ve rojin canan akın tarafından derlenen "bildiğin gibi değil" isimli kitabı okuyorum. belki duymuşsunuzdur, 80'lerde güneydoğu'da çocuk olan ve bugün de aynı bölgelerde yaşayan gençlerin anlattıkları var kitapta.
bilirsiniz, belgeseller ne kadar korkunç gerçeklerden bahsederlerse bahsetsinler, güzel yazılmış bir roman ya da schindler'in listesi gibi bir film kadar iç parçalayamazlar. bildiğin gibi değil de böyle bir kitap. yer yer dehşete düşürecek çirkinlikte gerçekler anlatılıyor, moral bozuyor ama öyle soğuk ki yüzüne çarptığı tokat, hissedip de ağlayamıyorsun. en azından bendeki etkisi bu şekilde. siz okusanız parçalanır mısınız bilemem.
şimdi benim yaşlarımda olan insanlar nasıl meydanlarda toplanıp dövüldüklerini, ailelerinin ve akrabalarının nasıl öldürüldüğünü, köylerini terketmeye ve kamplarda yaşamaya zorlandıklarını, eğitimsizliklerini, hangi şartlar altında dağa çıkmaya karar verip neden gitmediklerini anlatıyorlar. aşiretlerden, fakirlikten, bunların üstüne binen devlet-pkk-hizbullah savaşlarından bahsediyorlar. benim hiç yaşamadığım, über travmatik durumlar.
milliyetçi bir anne ve kardeşe sahip olmama rağmen benim hiç kürt antipatim olmadı. ölen kişi ister dağdaki gerilla olsun, ister ordudaki türk, ister sokaktaki ermeni, ister hopa'daki eylemci; hepsine mesafem aynı. bazılarının isimlerini gazetede okuduğum için biliyorum, bazılarından o kadar bile haberim yok. nihayetinde yakınım olmadıkları için hepsi gözümde "insan" sınıfındalar, başka bir özellik yükleyemiyorum. öldüklerinde üzüntüm basit bir "tüh" olarak kalıyor, bir istatistikle ne kadar empati kurulabilirse o kadar. yaşayanlara mesafem de aynı. ilk öfkeyle burada aman efendim başörtüsüne izin verilmemiş, vay efendim sınava yine katakulli sokmuş diye yazıyorum ama etkisi kendi başıma gelmiş gibi unutulmaz ve affedilmez değil. ben bu tutku eksikliğimi normal ya da anormal olarak adlandıramıyorum, belki aranızda bu cümlelere, özellikle şehitler konusunda, "insan mısın ulan sen?!" tepkisini verenler vardır. amacım kesinlikle "büyütüyorsunuz" demek değil, sadece ben çok küçük yaşıyorum. hissizlik bir seçim değil, ne yapayım?
ama hak hukuk konusunda kafam karışık işte. dağdaki gerillanın nasıl bir travma sonucu oraya çıktığını, neden kana susamış bir şekilde saldırdığını öğrenince "sen bu seçimi yaptığın için %100 haksızsın ve ölmeyi hak ediyorsun" diyemiyorsun. en azından ben diyemiyorum. mesela türk askerinin de o bölgeye istemeden gittiğini, öldürmeye zorlandığını, aslında suçsuz olduğunu düşünürdüm. ama türk ordusunda da kana susamış, kürt öldürmeye can atan kafatasçılar yok mu? 80'lerde gerillayı paramparça etmek için panzerin arkasına bağlayıp saatlerce sürükleyen caniler yok mu? bunların hiçbirini görmedim. ya duydum, ya okudum. ama bu bile hayli kafa karışıklığına neden oluyor...
belirtmem gereken bir konu var: pkk'yı ve yöntemlerini savunmuyorum, savunamam. insanların ve toplumların haklarını aramasını doğal ve gerekli görsem de iş teröre gelince kafa karışıklığım gidiyor, çizgimi çekiyorum. (başka türlüsü olabilir miydi diye düşününce aklıma amerikan zencileri geliyor. çok yanlış bir benzetme de olabilir, emin değilim, ama insan yerine koyulmayan ve sistematik olarak katledilen kölelerin artık toplumun büyük çoğunluğu tarafından kabul edilmesi, eşit şartlarda yaşaması bu iş terörsüz de halledilebilirdi izlenimi yaratıyor.)
aldığım haberlere göre ece temelkuran'ın da kafası karışıkmış, hilal kaplan eski ve yeni yazıları arasında bir karşılaştırma yapmış. yaptığı alıntıları onun gibi yorumlayamadım, bunun tek nedeni de ece temelkuran sevgim değil. aynı şekilde yorumlayamadım çünkü ece temelkuran'ın genelleme yapmak yerine daha küçük gruplardan bahsettiğini düşündüm. link'ini de verdim ama ufaktan burada da incelemek istiyorum.
genelleme yaparak bakarsak, bölgede yaşayan bütün kürtleri anca jitem paklar, ölsün ibineler diye düşünürsek ece temelkuran'ın yanlış bir şey söylediğini kabul etmek gerekir. bahsi geçen topluluğu küçültüp uyuşturucu ticaretiyle zengin olan, aşireti tarafından el üstünde tutulan, hizbullah'a destek olan ve yaşadığı yerde kendi insanını ezen bir hale getirirsek... istanbul'daki arkası sağlam, dinci (dinini sosyal statü için değil, din olarak yaşayan müslümanlar alınmasın lütfen), yasa dışı işlerle zengin olan örneklerini birebir olmasa da biliriz. yok mu bunlar doğu'da da? istanbul'da bu tip adamların olduğunu bildiğimiz halde bütün bir türk milletini zan altında bırakmaya çalışmıyorsak, neden bu yazıdan ece temelkuran'ın "bütün kürtler şerefsizdir" dediği anlamını çıkaralım ki? belki de ece temelkuran'ın kafası karışık değildir, hilal kaplan onun anlatmak istediği gibi anlamamıştır. belki de ben fazla iyimserim, bu da bir ihtimal.
yazıdaki diğer örnekleri de inceleyip daha fazla uzatmak istemiyorum. kafa karışıklığımı yazmak istedim sadece, taraf tutamadığımı, empati kuramadığımı, belki biraz da bazı konularda genelleme yapmanın yanlışlığını. çözüm önerisi elbette yok. ne taraf ne de tamamen tarafsız olabildiğim konularda "eeaaa bence silahlar bırakılsın, barış çok güzel bir şey, mesela eğitim şart yani" gibi sığ sığ konuşmalar yapıp kendimden utanmak istemiyorum.
bilirsiniz, belgeseller ne kadar korkunç gerçeklerden bahsederlerse bahsetsinler, güzel yazılmış bir roman ya da schindler'in listesi gibi bir film kadar iç parçalayamazlar. bildiğin gibi değil de böyle bir kitap. yer yer dehşete düşürecek çirkinlikte gerçekler anlatılıyor, moral bozuyor ama öyle soğuk ki yüzüne çarptığı tokat, hissedip de ağlayamıyorsun. en azından bendeki etkisi bu şekilde. siz okusanız parçalanır mısınız bilemem.
şimdi benim yaşlarımda olan insanlar nasıl meydanlarda toplanıp dövüldüklerini, ailelerinin ve akrabalarının nasıl öldürüldüğünü, köylerini terketmeye ve kamplarda yaşamaya zorlandıklarını, eğitimsizliklerini, hangi şartlar altında dağa çıkmaya karar verip neden gitmediklerini anlatıyorlar. aşiretlerden, fakirlikten, bunların üstüne binen devlet-pkk-hizbullah savaşlarından bahsediyorlar. benim hiç yaşamadığım, über travmatik durumlar.
milliyetçi bir anne ve kardeşe sahip olmama rağmen benim hiç kürt antipatim olmadı. ölen kişi ister dağdaki gerilla olsun, ister ordudaki türk, ister sokaktaki ermeni, ister hopa'daki eylemci; hepsine mesafem aynı. bazılarının isimlerini gazetede okuduğum için biliyorum, bazılarından o kadar bile haberim yok. nihayetinde yakınım olmadıkları için hepsi gözümde "insan" sınıfındalar, başka bir özellik yükleyemiyorum. öldüklerinde üzüntüm basit bir "tüh" olarak kalıyor, bir istatistikle ne kadar empati kurulabilirse o kadar. yaşayanlara mesafem de aynı. ilk öfkeyle burada aman efendim başörtüsüne izin verilmemiş, vay efendim sınava yine katakulli sokmuş diye yazıyorum ama etkisi kendi başıma gelmiş gibi unutulmaz ve affedilmez değil. ben bu tutku eksikliğimi normal ya da anormal olarak adlandıramıyorum, belki aranızda bu cümlelere, özellikle şehitler konusunda, "insan mısın ulan sen?!" tepkisini verenler vardır. amacım kesinlikle "büyütüyorsunuz" demek değil, sadece ben çok küçük yaşıyorum. hissizlik bir seçim değil, ne yapayım?
ama hak hukuk konusunda kafam karışık işte. dağdaki gerillanın nasıl bir travma sonucu oraya çıktığını, neden kana susamış bir şekilde saldırdığını öğrenince "sen bu seçimi yaptığın için %100 haksızsın ve ölmeyi hak ediyorsun" diyemiyorsun. en azından ben diyemiyorum. mesela türk askerinin de o bölgeye istemeden gittiğini, öldürmeye zorlandığını, aslında suçsuz olduğunu düşünürdüm. ama türk ordusunda da kana susamış, kürt öldürmeye can atan kafatasçılar yok mu? 80'lerde gerillayı paramparça etmek için panzerin arkasına bağlayıp saatlerce sürükleyen caniler yok mu? bunların hiçbirini görmedim. ya duydum, ya okudum. ama bu bile hayli kafa karışıklığına neden oluyor...
belirtmem gereken bir konu var: pkk'yı ve yöntemlerini savunmuyorum, savunamam. insanların ve toplumların haklarını aramasını doğal ve gerekli görsem de iş teröre gelince kafa karışıklığım gidiyor, çizgimi çekiyorum. (başka türlüsü olabilir miydi diye düşününce aklıma amerikan zencileri geliyor. çok yanlış bir benzetme de olabilir, emin değilim, ama insan yerine koyulmayan ve sistematik olarak katledilen kölelerin artık toplumun büyük çoğunluğu tarafından kabul edilmesi, eşit şartlarda yaşaması bu iş terörsüz de halledilebilirdi izlenimi yaratıyor.)
aldığım haberlere göre ece temelkuran'ın da kafası karışıkmış, hilal kaplan eski ve yeni yazıları arasında bir karşılaştırma yapmış. yaptığı alıntıları onun gibi yorumlayamadım, bunun tek nedeni de ece temelkuran sevgim değil. aynı şekilde yorumlayamadım çünkü ece temelkuran'ın genelleme yapmak yerine daha küçük gruplardan bahsettiğini düşündüm. link'ini de verdim ama ufaktan burada da incelemek istiyorum.
"Zalimler ellerimi kelepçeye vurdular, aşiretime haber verin. 'Zalimler' dediği JİTEM oluyor yani." Oysa, geceleri yollarda BMW cipler geçiyor, dağların ortasında kat kat yükselen Akmerkez yavrusu alışveriş merkezleri önünden. Rakıyla bileylense de öfke, "ticaret" devam ediyor. Ham uyuşturucunun şişe geçirilip içilenine "dilyak", mangala konulanına "okka" deniyor. Hizbullah, iki-üç ay önce, düğünlerde kadınlı erkekli, halay çekilmesin diye birilerine işkence ediyor."
Yani "Zalimler" diye JİTEM'e diyorlar, OYSA bu Kürtler BMW ciplere bile biniyorlar, AVM'lerde dolanıyorlar; üstelik uyuşturucu müptelalığı, irtica baskısı, ne arasan var. Daha çok Batı'da oturan Milliyet okurunun "JİTEM oysa" paragrafından çıkarabileceği sonucun "Bunları anca JİTEM paklar"dan öte olduğunu düşünen varsa beri gelebilir."
genelleme yaparak bakarsak, bölgede yaşayan bütün kürtleri anca jitem paklar, ölsün ibineler diye düşünürsek ece temelkuran'ın yanlış bir şey söylediğini kabul etmek gerekir. bahsi geçen topluluğu küçültüp uyuşturucu ticaretiyle zengin olan, aşireti tarafından el üstünde tutulan, hizbullah'a destek olan ve yaşadığı yerde kendi insanını ezen bir hale getirirsek... istanbul'daki arkası sağlam, dinci (dinini sosyal statü için değil, din olarak yaşayan müslümanlar alınmasın lütfen), yasa dışı işlerle zengin olan örneklerini birebir olmasa da biliriz. yok mu bunlar doğu'da da? istanbul'da bu tip adamların olduğunu bildiğimiz halde bütün bir türk milletini zan altında bırakmaya çalışmıyorsak, neden bu yazıdan ece temelkuran'ın "bütün kürtler şerefsizdir" dediği anlamını çıkaralım ki? belki de ece temelkuran'ın kafası karışık değildir, hilal kaplan onun anlatmak istediği gibi anlamamıştır. belki de ben fazla iyimserim, bu da bir ihtimal.
yazıdaki diğer örnekleri de inceleyip daha fazla uzatmak istemiyorum. kafa karışıklığımı yazmak istedim sadece, taraf tutamadığımı, empati kuramadığımı, belki biraz da bazı konularda genelleme yapmanın yanlışlığını. çözüm önerisi elbette yok. ne taraf ne de tamamen tarafsız olabildiğim konularda "eeaaa bence silahlar bırakılsın, barış çok güzel bir şey, mesela eğitim şart yani" gibi sığ sığ konuşmalar yapıp kendimden utanmak istemiyorum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)